Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan. Анонимный автор
psikolojik bir etken olmuştur.
Cengiz Dağcı “bireyin kendiliğinden elde ettiği bilgileri psikolojik ve zihinsel dönüşümler sonucunda kavramsallaştırmasıyla ve kodlamalar, depolamalar, anımsamalar ve çözümlemelerle oluşturduğu algılama süreci” (Özen, 2006: 2) olarak tanımlanan bilişsel/zihinsel algı ile mazisine gider. Akmescit, Bahçesaray, Yalta’dan da geniş olarak bahsetmekle birlikte Gurzuf ve Kızıltaş’a bu mazide ayrı ve özel bir yer verir. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’ın Sadık Turan’ına, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu’nun İzmail Tavlı’sına, Anneme Mektuplar’ın Saf’ına şekil veren, Onlar da İnsandı’da Bekir’in “mübarek topraklar” (Dağcı, 1994: 8) olarak nitelediği Kızıltaş ve Kızıltaş’ın bağlı olduğu Gurzuf kasabası Cengiz Dağcı’nın sadece romanlarında fonu oluşturmak veya vak’aya zemin hazırlamak için kullandığı mekânlar değillerdir. İtibarî olmaktan çok uzak ve son derece canlı tasvir edilirler. Örnek olarak Onlar da İnsandı romanının başında ruhu olan, adeta az önce içinde dolaştığımız bir mekân olarak Kızıltaş karşımıza çıkar:
“Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi temiz ve parlaktı. Aşağıda, köyün gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cılız çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı renklere bürünmüş Gelinkaya ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yaz-kış hiç değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessiz-sakin, dertlerini söyleşiyorlardı. Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nınkinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün kim bilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya’yı sarardı. Esen rüzgârlar Topkaya’ya çıkmaz, onun sessizliğini bozmazlardı. Rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip yatarlardı…” (Dağcı, 1994a: 8-9)
“Geçmişin tiyatrosu olan belleği”nin “dekoru” (Bachelard, 1996: 36) Cengiz Dağcı için Gurzuf ve Kızıltaş’tır. Okuru Kızıltaş ve Gurzuf’a götüren tasvirler kurguya dayalı olmayan Yansılar’da da sıklıkla yer alır:
“İki mahallesi olduğu gibi, iki camisi, iki meydanı, iki ilkokulu, iki kooperatif mağazası, iki kahvehanesi ve iki de mezarlığı vardı Kızıltaş’ın; Aşağı Mezarlık ve Yukarı Mezarlık. Evimizin yanındaki alçak ama kalın duvarla çevrili Aşağı Mezarlık, eski mezarların bir yana sarkık ve yosun tutmuş sarıklı taşlarıyla, benim bilmemi istemediği sırlar saklardı sanki kendinde. Girmezdim o mezarlığa. Ama Yukarı Mezarlığa girerdim.” (Dağcı, 1994b: 169)
“Gençliğimde Memiş’in bayırı üstünde durup, güneş ışınları içinde yıkanan Gurzuf’a baktığımda, kendimi bir düş dünyası içinde bulurdum. Ayı Dağı’nı, Soğuksu kıyılarını, Adalar’ı kapsayan Gurzuf’un panoraması Tanrı eliyle konmuştu dersin oraya. Üstelik Memiş’in bayırı üstünden hem Kızıltaş, hem de Gurzuf bağlarını görebiliyordum. Bağları birbirlerinden Memiş’in deresi ayırırdı. İki yüksek duvar arasından bir yol “Hastalara”, öteki yol Gurzuf bağlarına yükselirdi Memiş’in bayırından.” (Dağcı, 1994b: 171-172)
Bu ruhu edebî eserde tasvir edilen mekâna kazandıran elbette Cengiz Dağcı’dır. İçinden çıktığı topluma, kültürel kökenlerine bağlılığının yansıması özellikle mekânda belirginleşir. “Bizi biz yapan şeyleri anlatma ihtiyacını çoğumuz hissederiz. Hikâyelerimizin bilinmesini ister ve bunların değerli olduğuna inanırız. Bir hikâyemiz olmadığını anlamak, varlığımızın anlamsız olduğunu fark etmektir; bunu kaldıramayabiliriz” (Fulford, 2014: 24-25) tespitinde olduğu gibi Cengiz Dağcı’nın da bir hikâyesi vardır. O, vatanından kopmuş, ait olduğu yerden uzakta yaşamaya adeta mahkûm edilmiştir. Bu hikâyenin başlangıç noktası Kızıltaş ve Gurzuf’tur. Bu hikâyeden yola çıkarak kurguladığı romanlarında, iç dökme ve itiraf anlatısı olarak kabul edilebilecek eserlerinde bu iki mekânın onun varoluşunun hammaddesi olduğu anlaşılmaktadır. Necip Fazıl Kısakürek’in “Canım İstanbul” adlı şiirinin başında yer alan “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısralarının Cengiz Dağcı’daki karşılığı “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar/ Onu Kızıltaş/Gurzuf diye toprağa kondurmuşlar” olmalıdır. Cengiz Dağcı’nın mutlu, huzurlu olabileceği, kendini güvende hissedebileceği, varlığını idrak ettiği tek yer, iç dünyasının dış dünyadaki karşılığı Kızıltaş ve Gurzuf’tur:
“Uyandığım zaman yuvarlak ay tam pencerenin karşısına gelip durmuştu. Kızıltaş’taydım. Uzun bir yol yürümüştüm. Dere tepe geçmiştim. Yorgundum. Ama en sonunda Kızıltaş’ıma ulaşmıştım. Mis gibi bir gece inmişti. Pilbaşı bağına. Ahırların kapıları kapatılmıştı; hayvanlar, kuşlar susmuşlardı; yalnız bağın asmaları arasında cırcırların ve eski kuyunun çevreye taşmış sularından kurbağaların sesleri geliyordu. Mutluydum.” (Dağcı, 1992: 308)
“Senin hayatta en büyük ve en güzel başarın beni Kızıltaş’ta, Pilibaşı bağı dibindeki evde doğurman olmuştur. Yıllarca Kızıltaş’ı kaybetmek korkusuyla yaşadım. Şimdi korkmuyorum. Her yerde görüyorum Kızıltaş’ı; evimin içersinde, pencere camları gerisinde, duvar afişlerinde, parklarda, istasyonlarda Kızıltaş sonsuz bir rüya gibi.” (Dağcı, 1992, 352)
“İki katlı, bahçeli, güney pencereleri Ayı Dağı’na, Soğuksu bağlarına ve Adalar’a açılan güzel bir evdi. Ev ve yöresi benim dünyam oldu. Daha fazlası; benim uzun hayatıma zemin oldu; ruhum, evin çevresindeki bağların ve bahçelerin, balkonundan her gün gördüğüm Gurzuf ve Kızıltaş kıyılarının güzelliğinden besin aldı. Çocukluk yıllarımı yaşadığım yerin etkisi öylesine güçlüydü ki, o topraklardan koptuğum takdirde hayatımın benim için anlamı kalmayacağını genç yaşımda anladım- anladım ve o topraklardan kopmamaya çalıştım. Bu yüzdendir ki yarım yüzyıldan fazla bir süredir Kızıltaş’a ve Gurzuf’a dönmediğim, asmaları üzümlerle yüklü bağlar içinde yürümediğim, Hıdırellez’de Kızıltaş kızlarının o evin az uzağındaki mezarlığa ektikleri çiçekleri okşayıp koklamadığım, kuşların cıvıltılarını dinlemediğim bir güncüğüm olmuyor.” (Dağcı, 1994b: 21)
Cengiz Dağcı kendi kendisine sorduğu “Kimdim ben? Neydim ben?” sorularının cevabını hep Kızıltaş ve Gurzuf’ta bulur. O, Kızıltaş ve Gurzuf’a aittir. Kızıltaş ve Gurzuf’un dışında hiçlik hisseder. Bu topraklara duyduğu özlemin yaşı ilerledikçe daha da arttığı görülür:
“Ömrüm sona yaklaştıkça daha çok çekiyorum Kızıltaş’ın özlemini. İhtiyarlayacağım yere çocuklaşıyorum galiba. Pilibaşı’nın güneşli duvarı dibinde otsuz bir arazi vardı. İyi hatırlıyorum; sıvalı fırının arkasındaki, kullanmadığım saksı yığınından üç saksı alıp oraya giderdim; gevşek toprağı düzleyerek deniz, iki saksıyı Adalar, üçüncü saksıyı Ayı Dağı; çakımla ikiye böldüğüm bir hıyarı kayık yaparak ‘sulara’ salardım ve sırtım Pilibaşı’nın güneşli duvarına yaslı, saatlerce denizime bakardım.” (Dağcı, 1992: 402)
Cengiz Dağcı için Kızıltaş en güvenli yaşam alanıdır; Dış dünyadan bunaldığı, korktuğu, yalnız hissettiği zamanlarının sığınağıdır:
“Onları gördüğüm sürece ben