Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan. Анонимный автор

Doğumunun 100. Yılında Cengiz Dağcı'ya Armağan - Анонимный автор


Скачать книгу
tükenmekte olan sözlü kültürel mirasın yazıya geçiricisi midir?

      Yazıya geçirme, sözlü anlatı geleneğinin son aşaması olarak bilinmektedir. Nitekim Dede Korkut Kitabı da bozkır kültürünün Anadolu içlerinde yaşama şansını tükettiği bir dönemde yazıya geçirilmiş bir vasiyetname, bir mezar taşı kitabesi, bir şahide olarak değerlendirilebilir. Yani kolektif bellekteki malzemenin ileride hatırlanması ve yeniden üretilebilmek üzere yazının belleğine ısmarlanışıdır. Cengiz Dağcı da hem bireysel olarak kendisi hem de toplumsal olarak aynı acıyı paylaşan millettaşları için böyle bir vasiyetname veya bir mezar kitabesi mi kaleme almıştır? Başka bir ifadeyle o bir roman yazarı mı yoksa destan yazarı mıdır?

      Sosyal bilimlerde son yıllarda moda olan kimi kavramlar vardır. Bunlar bellek, kültürel miras, kimlik, aidiyet gibi bazı sözler etrafında, biraz da muğlak ve değişken biçimde dönmektedir. Bellek üzerine araştırmaları olan Jan Asmann toplumlara ait bir belleğin olmadığını, ancak toplumların üyelerinin toplumun belleğini belirlediğini söyler. Maurice Halbwachs da bireysel bir belleğin olmadığını, belleğin bütün formlarının sosyal bağlantılı olduğunu söyler. Her iki araştırmacıya göre de insanların hatırladıkları şeyler başkalarının anlatımları ve hatırlamaları ile bağlantılıdır. İnsanlar sadece başkalarından öğrendiklerini değil, aynı zamanda onların anlattıklarını, anlamlı diye vurguladıklarını ve yansıttıklarını da sosyal açıdan belirlenmiş anlamları bağlamında algılayarak hatırlarlar. Aileden başlayarak bütün sosyal “biz” gruplarında hatırlama, hatırlanacak olan olguların bıraktığı duygusal izlere bağlıdır. Seçilmiş hatırlamalar bireylerin toplumsal aidiyetini ve grup kimliğini güçlendirir. “Sosyal bellek” olarak tanımlanan ve büyük oranda iletişim işlevli olan bu belleğin yanı sıra Halbwachs’ın “kolektif bellek” dediği kültürel simgelere esaslanan güçlü bir yapı daha vardır. Kolektif bellekte anılar ikna gücü ve duygusal etkisi yüksek “mit”lere dönüşür. Kuşaklara hangi düzeyde aktarılacakları ise, grupların hedef ve ihtiyaçları ile belirlenir. Devamlılıkları ise taşıyıcıların yaşama sürelerine bağlı değildir. Burada daha fazla teorik ayrıntılara girmeden Assmann’ın “kültürel bellek” adı verdiği daha uzun ömürlü yapıdan bahsetmek isteriz. Assmann, kültürel belleği fonksiyon ve depolama belleği olarak ikiye ayırır ve “depolama belleği”ni kültürel bir arşiv olarak değerlendirir. “Fonksiyon belleği” ise unutma sürecini engeller, yeniden üretir, sürdürülebilir kılar. Kültürel bellek bize, yaşam ufkumuzun ötesinde ölümsüz bir mekân bırakır. Yani sınırlı yaşam bilgileriyle baş edebilmemizi sağlar. Bir toplumun, varlığını sürdürebilmesi için mutlak biçimde bir kültürel belleğinin olması gerekir. Assmann 2015; Halbwachs 2018).

      Kültürel kimlik konusunda ise çalışma alanımıza ışık tutucu şu alıntıyı yapmak istiyoruz:

      “Kültürel kimliği algılamanın en az iki yolu vardır -biri özcü, dar ve kapalı, diğeri tarihsel, kapsayıcı ve açık. Birincisi kültürel kimliği tamamlanmış bir olgu, oluşmuş bir öz olarak değerlendirir. İkincisi ise, kültürel kimliğin üretilen, sürekli bu üretim süreci içinde olan, hiçbir zaman tümüyle tamamlanamayacak bir şey olarak görür. Hall özcü kavrayışı “bir tür kolektif, içinde pek çok şey saklayan ‘kişinin gerçek kendi’, insanların tarihsel olarak paylaştıkları ve ortak geçmişlerinden kaynaklanan daha yüzeysel ve suni olarak oluşturulmuş birçok ‘kendi’” olarak tanımlar. “Orijinal tarih… tarihsel olarak, miras ve gelenek adıyla dondurulurken bir tarihdışılaştırma sureci yaşanır. “Böylesi özler unutulabilir ya da kaydedilebilir ama kesinlikle onarılacak ve temelde, değişmeden kalacaktır.” Bu tanıma göre, daha yüzeysel farklılıkların ve insanların tarihsel değişimlerinin altında yatan, anlam kümelerinin, şifrelerin ve başvuru çerçevelerinin “tekliği”ni sağlayan bir öz, paylaşılmış deneyimler vardır. Etnik, coğrafi geçmiş, din, bölgesel veya ulusal dil vb… şeklinde olabilecek bu öz bulunmalı, ayrıcalıklı bir depodan kazılıp çıkarılmalıdır.” (Larrain, 1995: 217).

      Aslında Kırım’da özellikle Osmanlı hâkimiyetiyle özcü kültürel kimliği ile yani yerli kültürel değerleriyle Osmanlılar tarafından taşınan ve din ve yazı ağırlıklı Türk kültürünün karşılaşması ve birleşimiyle bir yeni bir sentez ortaya çıkmıştır. Bu kültürel bireşim, bilhassa Osmanlı-Türk yazılı kültürünün etkisiyle Kırım’da yeni bir yazılı kültür olarak ortaya çıkarırken öte yandan farklı yapılardan insanların karşılaşması ve birlikte yaşamasıyla sözlü olarak bir yaşam felsefesi şeklinde ortaya çıkarmıştır. Bu yaşam felsefesi ortak bir deneyimi ve insanların doğal iletişiminden doğan bir anlayış paylaşımı haline gelmiş, yani ideoloji olarak değil, paylaşılmış bir deneyimler sistemi olarak bellekte yaşayan bir kültürel kimlik oluşturmuştur. Bu durum, ideolojik olmadığı gibi özcü kimliği reddedici, baskılayıcı veya daraltıcı bir tutum da sergilememiştir. Oysa Çarlık Rusya işgalinden Sovyetler Birliği dönemine uzanan ideolojik tutum, bütün bu hususlarda tam aksi bir istikamet göstermiş ve bu da malûm sürgünden soykırıma kadar varan süreci doğurmuştur.

      Küreselleşmenin mikro ölçekli ve deneme sürümü bir uygulaması sayılabilecek Sovyet modeli, Kırım ve diğer Türk yurtlarında kültürel belleğin doğal aktarım sürecini sekteye uğratarak da bir soykırım yapmış sayılamaz mı? Cengiz Dağcı bu kültürel belleğin bir aktarıcısı olarak tarihsel ve coğrafî düzlemde temasları işaret ederek daha geniş bir kolektif kimlik üretme ve kayda geçirme gayreti içinde değil midir? Coğrafî olarak Kırım, etnik olarak Tatar kimliğinin “küçük lokma” sayılması birçok tarihsel acı tecrübenin sonucu olarak onun eserlerine yansımıştır. Tarih, Kırım’ın son dönemde eklemli olduğu Ukrayna’da bile varlığını sürdüremediğini, en rahat ve huzurlu dönemin Osmanlı-Kırım ilişkilerinin iyi olduğu zamanlar olduğu, Deşt-i Kıpçak’ta çeşitli dinsel denemelere rağmen Türk varlığının çok kısıtlı tutunma alanı olarak kalabildiği dikkate alınması gereken tarihsel ve stratejik ögelerdir. Ya tahammül ya sefer diyen Kırım Tatarları, göç ederek veya ettirilerek “diaspora” kavramının sağlıksız duygu ve heyecanlarına esir olmamak gibi bir çabanın içinde olmalıdırlar.

      Bu bir tarih midir? Bir anlamda bir anlamda hayır. Çünkü tarih, soğuk ve nesnel bir takım belge ve kayıtlardan ibaret sayılır. Bu anlamda “anı” ve “bellek” kavramları devreye girer. Kolektif bellek, tarihin aksine kaydedip donuklaştırmaz, kültürel mirası, geleneği aktararak yaşatır. Cengiz Dağcı’nın yaptığı bireysel belleğine kazınmış çocukluk ve ilk gençlik anılarını, toplumsal bellekle birleştirerek “roman” türünün imkânları düzeyinde kaleme almaktır. Burada nelerin bireysel olarak yaşanmış anı, nelerin toplumun diğer bireylerince yaşanıp anlatılarak bireysel anı haznesine doluştuğu karmakarışıktır. Bu da bir kolektif bellek oluşturur. Elbette toplumu derinden etkileyen olaylar, bozkır kültüründe yaşanan süreçte bir destanın oluşum temelini var eder, ama acı anılar tazedir, devir moderndir ve en önemlisi anılarını kolektif belleğe dönüştüren yazar, göç etmiştir, bulunduğu ortam kendisini anlayabilecek evrensel bir olay olarak görmemektedir, bu durumda daha büyük ve geniş bir kitle olarak paylaşımlarını “tarih” gibi değil de duygudaşlık düzeyinde anlayacağını sandığı Türkiye’de yayımlamayı ve dolayısıyla dil itibariyle de daha derin ve geniş bir paydaşlık gördüğü Türkiye Türkçesiyle yazacaktır.

      Osmanlı İmparatorluğu’nun himayesinde 1783 yılında kadar hanlık yönetimi altında yaşayan ve halkının önemli bir kısmı kimi yerel özelliklerini korumuş olsa da o devrin “küresel” Müslüman-Türk kültürünü benimsemiş olan Kırım Türkleri, 1783’ten 1944 yılına kadar önce Çarlık ve daha sonra da Sovyet yönetimince sistematik bir dönüştürme ve yok edilme süreci içine girmişlerdir.


Скачать книгу