İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз Диккенс
kıyısında durup önündeki vahşi sularda bir an için onurlu ihtirasların, özverinin ve azmin serabını gördü. Hayalindeki bu güzel şehirde sevgi ve zarafetin yukarıdan kendisine baktığı havadar balkonları vardı; hayatın olgun meyveleri ağaçlarında sallanıyordu bahçelerinin. Sadece bir an için… Sonra hepsi kayboldu. Evlerden oluşan bir kuyunun üst katlarındaki odasına çıktı, kendisini kıyafetleriyle bakımsız bir yatağa attı. Yastığı, dökülen yaşlarla ıslandı.
Güneş kederle yükseldi gökyüzünde. Üstün becerilere ve güzel hislere sahip olan ancak bunları kendisi için, kendi mutluluğu için değerlendirmekten aciz bu adamın üzerinde daha da büyük bir kederle yükseldi. Ve adam, kendisini yiyip bitiren acılara teslim oldu sessizce.
Yüzlerce İnsan
Doktor Manette’in huzurlu yuvası, Soho Meydanı’ndan çok da uzakta olmayan sessiz bir köşe başındaydı. Vatana ihanet davasının üzerinden dört ay geçmiş, zamanla birlikte insanların ilgisi ve anıları da unutulup gitmişti. Gerçekten güzel bir pazar gününün öğleden sonrasında Bay Lorry, yaşadığı Clerkenwell’in güneşli sokaklarında, akşam yemeğini Doktor’la yemek üzere yola koyulmuştu. İş sebebiyle Doktor’la birkaç kez daha bir araya gelen Bay Lorry, onun arkadaşı olmuş ve bu sessiz köşe başı da hayatının güneşli bir parçası olmuştu.
Bu gerçekten güzel pazar gününde Bay Lorry, ikindinin erken saatlerinde, Soho’ya doğru üç alışkanlık vesilesiyle yürüyordu. Öncelikle havanın güzel olduğu pazarları akşam yemeğinden önce Doktor ve Lucie’yle yürüyüşe çıkardı. İkincisi, havanın yürüyüş için müsait olmadığı pazar günleri bir aile ahbabı gibi onlarla konuşmaya, kitap okumaya, camdan dışarıya bakmaya ve genellikle de günü tüketmeye alışmıştı. Son olarak da içinden çıkamadığı kararsızlıkları olduğunda Doktor’un ve kızının bu sorunlara çözüm yolları gösterebileceğini ve bunların da genellikle işe yaradığını biliyordu.
Londra’da Doktor’un yaşadığı köşe başından daha eski ve hoş bir köşe daha yoktu. Önünden yol geçmiyordu ve evin ön pencerelerinden esintisiz sokağın hoş manzarası görülebiliyordu. O zamanlar Oxford yolunun kuzeyinde az sayıda bina vardı. Bugün tarihe karışan tarlalarda ağaçlar yetişir, akdiken çiçekleri açar, yabani çiçekler her tarafı sarardı. Dolayısıyla kır havası, kalacak yeri olmayan fukaralar gibi kiliseye sığınmak yerine Soho üzerinde özgürce eserdi. Çok uzakta olmayan güney duvarında ise mevsimi geldiğinde şeftaliler yetişirdi.
Günün ilk saatlerinde güneş, ışıklarını tüm şiddetiyle köşe başına gönderirken sokaklar ısınınca bu köşe gölgede kalırdı. Ancak bu loş hâliyle bile köşe başının bir pırıltısı vardı. Seslerin ahenkle yankılandığı bu serin, ağırbaşlı ancak neşeli köşe, sokaklarda şiddetle esen rüzgârdan kaçanlar için tam bir sığınaktı.
Böyle bir limanda mutlaka huzurlu bir gemi olmalıydı ve vardı da. Doktor, yüksek bir evin iki katını işgal ediyordu. Gün içerisinde pek çok ziyaretçisi olurdu ancak bunların sesleri işitilmezdi; geceleri ise kimsecikler gelmezdi. Avludaki çınar ağacının yeşil yapraklarından çıkan hışırtı eşliğinde geçilen arka binada kilise orglarının yapıldığı söylenirdi. Burada gümüşlerin kabartmalarını işleyen ve altını çekiçleyen gizemli devler, sanki tüm ziyaretçilerini kaçırmak için kendi kendilerini dövmüşler gibi, ön taraftaki antrenin duvarından altın kollarını uzatırlardı. Burada yapılan işlerin, üst katta yaşadığı söylenen yalnız pansiyonerin ya da alt katta yaşadığı iddia edilen kalın kafalı araba süslemecisinin tarafından görüldüğü ya da duyulduğu söylenemezdi. Genellikle paltosunu giymiş başıboş bir işçi geçerdi holden ya da bir yabancı görünürdü. Ara sıra da uzaktan gelen bir şıngırtı duyulurdu avluda ya da altın devin yumruğu. Ancak bunlar istisnaydı ve evin arkasındaki çınar ağacında yaşayan serçelerle köşe başında yankılanan sesler, pazar sabahından cumartesi gecesine dek tek hâkimi olurlardı oranın.
Doktor Manette’in eski ünü ve onu buraya getiren hayata dönüş hikâyesinin kulaktan kulağa yayılması sayesinde burada da hastaları vardı. Bilimsel birikimi, ihtiyatlılığı ve yaratıcı deneyler yapmadaki becerisi sayesinde tercih edilen bir doktordu ve istediği kadar da para kazanıyordu.
Bay Lorry de o güzel pazar sabahı köşe başındaki huzurlu evin kapısını çalarken bunları biliyor ve düşünüyordu.
“Doktor Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Pross evde mi?”
Muhtemelen evdedir ancak hizmetçi kızın, Bayan Pross’un niyetlerini sezmesinin imkânsız olduğu kesin, tıpkı bu soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermesinin imkânsız olduğu gibi.
“Madem evde yalnızım, üst kata çıkacağım.”
Doktorun kızı, doğduğu şehir hakkında hiçbir şey bilmese de kısıtlı imkânlarla çok şeyler başarabilme yeteneğini bu şehirden almıştı; ki bu da onun en faydalı ve makbul özelliğiydi. Evdeki eşyaların son derece sade olmasına karşın bunlar, pek bir değeri olmayan, ancak ortama renk katan süs eşyalarıyla güzelleştirilmişlerdi ve ortaya çıkan sonuç gerçekten de hoştu. En büyük objeden en küçüğüne kadar odalarda kullanılan her şey, renklerin bir araya getirilişi, ucuz süslemelerle yaratılan mükemmel çeşitlilik ve kontrast; tümü, nazik eller, masum gözler ve ince bir zevkin eseriydi. Bunların hepsi de son derece hoştu ve yaratıcılarını yansıtıyorlardı. Bay Lorry etrafına bakınırken de sanki masa ve sandalyeler, artık çok iyi bildiği ifadeyle, beğenilip beğenilmediklerini soruyorlardı.
Bu katta üç oda vardı ve aralarındaki kapılar, havalanmanın sağlanması için açık bırakılmıştı. Etrafındaki her şeyde fark ettiği garip benzerliği gülümseyerek tetkik eden Bay Lorry, açık kapılardan bir odadan diğerine geçiyordu. İlk oda en güzeliydi. İçinde Lucie’nin kuşları, çiçekleri, kitapları, çalışma masası ve bir kutu sulu boya vardı. İkincisi Doktor’un muayene odasıydı ki, burası aynı zamanda yemek odası olarak da kullanılıyordu. Avludaki çınar ağacının yaprakları kımıldadıkça duvarlarında gölge oyunları sahnelenen üçüncü oda ise Doktor’un yatak odasıydı. Bu odanın bir köşesinde, ayakkabıcının sırası ve alet tablası duruyordu; tıpkı Paris’in Saint Antoine banliyösündeki şarap dükkânının yanındaki kasvetli evin beşinci katında durduğu gibi.
“Acaba,” dedi Bay Lorry etrafa bakınmaya ara vererek, “kendisine acılarını anımsatan bu eşyaları neden saklıyor?”
“Bunu neden merak ediyorsunuz?” sorusuyla birden irkildi Bay Lorry.
Bu Bayan Pross’tu. Bu, güçlü elleri olan kızıl saçlı yabani kadınla Dover’daki Royal George Oteli’nde tanışmışlar ve o zamandan beri de dostlukları ilerlemişti.
“Düşünmüştüm de…” diye başladı Bay Lorry.
“Peh! Düşünmüş müydünüz!” dedi Bayan Pross. Bay Lorry de konuşmaktan vazgeçti.
“Nasılsınız?” diye sordu kadın bunun üzerine sertçe. Ancak ona karşı kötü bir niyet beslemediğini anlatmak ister gibiydi.
“Çok iyiyim, teşekkür ederim”, diye cevapladı Bay Lorry alçak gönüllülükle. “Siz nasılsınız?”
“Pek iyi olduğum söylenemez.” dedi Bayan Pross.
“Öyle mi?”
“Evet, gerçekten!” dedi Bayan Pross. “Uğur böceğim için çok endişeleniyorum.”
“Öyle mi?”
“Tanrı