İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз Диккенс

İki Şehrin Hikâyesi - Чарльз Диккенс


Скачать книгу
için yakası açık olan bol bir gecelik vardı. Gözlerinin etrafını gergin mor halkalar kaplamıştı. Bunlar özgür yaşamayı seven herkeste rastlanan bir durumdu. Zaten içki düşkünlüğünün fazlaca olduğu dönemlerde yapılan portrelerde de bu morluklar gözlemlenebilirdi.

      “Biraz geciktin Bay Akıl.” dedi Stryver.

      “Her zamanki saat; belki bir on beş dakika gecikmiş olabilirim.”

      Kitap ve kâğıtlarla dolu pis bir odaya girdiler. Odada şömine ışıltılar saçarak yanmaktaydı. Ocaktaki çaydanlıktan buhar çıkıyordu. Dağılmış kâğıtlar arasında bir masa, üzerindeki bol miktarda şarap, brendi, rom, şeker ve limonlarla ışıldamaktaydı.

      “Anladığım kadarıyla bu geceki şişeni içmişsin Sydney.”

      “Sanırım iki şişe oldu. Bugünkü müvekkille yemek yedim, daha doğrusu o yedi ben seyrettim. İkisi de aynı kapıya çıkar nasılsa!”

      “Benzerliğinize dikkat çekmek olağanüstü bir hamleydi Sydney, bunu nasıl başardın? Ne zaman fark ettin?”

      “Oldukça yakışıklı biri olduğunu düşündüm. Ben de böyle biri olabilirdim diye düşündüm, tabii biraz şansım olsaydı.”

      Puncu hazırlamakta olan Bay Stryver güldü:

      “Sen ve şans mı Sydney? Hadi, hadi, biz işimize bakalım.”

      Somurtkan çakal elbisesinin yakasını gevşetip yan odalardan birine geçti. Döndüğünde elinde bir sürahi soğuk su, bir leğen ve bir iki tane havlu vardı. Havluları suya batırıp biraz sıktı ve çirkin bir şekilde başına sarıp oturarak aslana döndü: “Artık hazırım.”

      “Bugün detaya inilmesi gereken pek iş yok Bay Akıl.” dedi neşeyle Bay Stryver önündeki kâğıtlara bakarken.

      “Kaç tane?”

      “Sadece iki dosya.”

      “Önce en kötüsünü ver.”

      “İşte Sydney, başla bakalım.”

      Aslan içki masasının yanındaki sofaya arkasını dayayıp oturdu; çakalsa içki masasının diğer yanındaki, üzeri kâğıtlarla kaplı kendi masasında oturmaktaydı. Böylece içki şişeleri ve kadehler sürekli elinin altındaydı. İkisinin de içki masasını ziyaretlerinin haddi hesabı yoktu; ancak tavırları farklıydı. Aslan ekseriyetle bir eli kemerinde ateşi seyrediyor, ara sıra da önemsiz belgelere göz gezdiriyordu. Çakal ise kaşlarını çatmış dikkatli bir yüzle işine öylesine dalmıştı ki; şişeye uzandığında elinin nereye gittiğine bile bakmıyor, bardağı bulup dudaklarına götürebilmesi için birkaç dakika el yordamıyla araması gerekiyordu. İki ya da üç kez üzerinde çalıştıkları dava içinden çıkılmaz hâle geldi. Böyle durumlarda çakal yerinden kalkıp havlusunu yeniden ıslatma ihtiyacını duyuyordu. Sürahi ve leğene yaptığı bu ziyaretlerden kelimelerle tarif edilemeyecek garip bir ıslak başlıkla dönüyor, bu da onun ağırbaşlı tavrıyla birleşince iyice komik bir hâl alıyordu.

      En sonunda çakal, aslana mükellef bir yemek hazırlayıp sundu. Aslan bunu dikkatle alıp içinden beğendiklerini seçti, kendi düşüncelerini söyledi ve çakal da bu işlemlerde ona yardımcı oldu. Yemekte iyice tartıştıktan sonra aslan yeniden elini kemerine koyup konuyu özümsemeye yattı. Çakal ise kendine yeniden enerji kazandırabilmek için boğazını ıslatıp zinde bir kafayla ikinci yemeğin hazırlanmasına koyuldu. Bu yemek de aynı şekilde aslana sunuldu. İşler tamamlandığında saatler sabahın üçünü gösteriyordu.

      “Ve işte bitirdik Sydney, bir kadeh punç doldur.” dedi Bay Stryver.

      Çakal başındaki kurumuş havluları çıkardı, esneyip gerindikten sonra kadehini yuvarladı.

      “Savcının yalancı tanıkları konusunda çok haklıydın bugün Sydney. Her soru onları ele verdi.”

      “Ben her zaman haklıyım, doğru değil mi?”

      “Bunu reddedemem. Neye sinirlendin sen? Bir punç içip rahatlasana.”

      Memnuniyetsizlikle homurdanan çakal bu kadehi de bitirdi.

      “Hâlâ eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’usun.” dedi Stryver, sanki geçmişle bugünün mukayesesini yapar gibi başını sallamıştı. “Eski kararsız Sydney. Bir öylesin, bir böyle. Bir neşeli, bir depresif!”

      “Ah!” diye iç çekti öteki, “Evet. Aynı şanssız eski Sydney. O zaman bile diğer çocukların ödevlerini yapardım. Kendiminkiniyse nadiren.”

      “Peki neden?”

      “Tanrı bilir. Galiba ben buyum.”

      Ellerini cebine sokup ayaklarını uzatarak ateşe bakmaya koyuldu.

      “Carton.” dedi hükmeder bir edayla ona dönen arkadaşı; sanki şömine, içinde bitmek bilmeyen çabaların dövüldüğü bir demirci ocağıydı ve yapılabilecek en hayırlı iş, eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’unu bir omuz darbesiyle bu ocağa itivermekti. “Tuttuğun yol sakat bir yol, eskiden de böyleydi. Ne gücün var ne de bir amacın. Oysa bana bir bak!”

      “Off, daraldım!” diye karşılık verdi Sydney keyifle gülerek: “Bana ahlak hocalığı yapma!”

      “Başardıklarımı nasıl başardım?” dedi Stryver, “Bugünlere nasıl geldim?”

      “Kısmen, sana yardım etmem için bana para vererek sanırım. Fakat bana laf anlatmak için zamanını harcamaya değmez. Ne yapmak istersen onu yapıyorsun. Sen daima ön sıralardaydın, bense hep arkada.”

      “Ön sıralarda olmak zorundaydım; nihayetinde orada doğmadım, öyle değil mi?”

      “Doğumunda yanında değildim fakat bence öyle.” diyerek yeniden güldü Carton. Stryver da onun kahkahalarına katıldı.

      “Shrewsbury’den önce, Shrewsbury’de ve Shrewsbury’den bugüne dek,” diye devam etti Carton, “sen de hep layık olduğun muameleyi gördün, ben de. Paris’te Fransızca, Fransız hukuku ve diğer Fransız zırvalıklarını öğrenirken de farklıydık; sen hep bir yerlerdeydin, bense hiçbir yerde.”

      “Peki bu kimin hatası?”

      “Ben, senin hatan olmadığından pek emin değilim. Sen daima tuttuğunu koparıyordun ve benim rüyalarımda bile göremeyeceğim bir yere geldin. Ancak gün ağarmaya yaklaşırken insanın geçmişi hakkında konuşması çok can sıkıcı. Haydi, gitmeden konuyu değiştirelim.”

      “Peki o hâlde! Güzel tanığın şerefine içelim.” dedi Stryver kadehini kaldırarak. “Bu konu hoşuna gitti mi?”

      Gitmediği açıktı; zira yeniden kederlenmişti.

      “Güzel tanık.” diye mırıldandı kadehinin içine bakan Carton, “Tüm gün ve gece çok sayıda tanık vardı. Hangisi senin güzel tanığın?”

      “Enteresan doktor’un kızı Bayan Manette tabii ki?”

      “O kız güzel mi?”

      “Değil mi?”

      “Hayır.”

      “Ne! Sen hâlâ hayatta mısın? Tüm mahkeme ona hayran kaldı!”

      “Boş ver şimdi mahkemedekileri. Ağır Ceza Mahkemesi ne zamandan beri güzellik uzmanı oldu? O sadece sarı saçlı bir bebek!”

      “Biliyor musun Sydney,” dedi Bay Stryver karşısındakinin yüzüne dik dik bakıp bir yandan da elini kırmızı yüzüne götürerek, “o sarı saçlı bebeğe acıdığında, o sarı saçlı bebeğe ne olduğunu hemen gördüğünde, ne düşündüm biliyor musun?”

      “Ne olduğunu hemen görmek mi! Şayet bir


Скачать книгу