Foma. Максим Горький

Foma - Максим Горький


Скачать книгу
de olsam, cahil de kalsam, benim yerim hazır bu dünyada…” dedi. “Ve bütün bilginleri, önümde el pençe divan durdurabilirim, anlıyor musun?.. Baldırı çıplaklar gitsin okusun, benim okumaya ihtiyacım yok!”

      “Ne kadar aptal, zalim ve iğrençsin, bilsen!..” Aşağılayıcı bir tonla söyledi bunu genç kız, sonra da onu bahçede tek başına bırakıp uzaklaştı. Bir süre baktı ardından, iyice canı sıkılmıştı Foma’nın; suratını astı sonra, kaşlarını kaldırdı ve başını eğip bahçenin öbür kıyısına doğru yürüdü.

      O da artık yalnızlıktan hoşlanmaya ve hayale dalışların zehirli tadına varmaya başlamıştı. Yaz akşamları, o ateşten gurup renklerine büründüğü saatlerde, çoğu zaman bulanık ve belirsiz bir melankoli kaplıyordu içini. Bahçenin en kuytu köşesine oturup ya da yatağına uzanıp, efsane prenseslerini hayal ediyordu. Luba ya da tanıdığı öteki genç kızlar şeklinde beliriyordu prensesler; yarı karanlıkta sessizce dalgalanıyorlardı önünde ve muammalı bir bakışla gözlerinin içine bakıyorlardı. Bazen bu hayaller müthiş bir enerji gücü uyandırıyordu onda ve bir çeşit sarhoşluk hâli yaratıyordu; ama zaman oluyor, aynı hayaller dayanılmaz bir kedere boğuyordu onu. Ağlamak istiyor, gözyaşlarından utanıp zapt ediyor kendini, sonra yine dayanamayıp sessizce ağlıyordu.

      Babası, sabır ve ihtiyatla iş âlemine alıştırmaktaydı Foma’yı; sık sık borsaya götürüyor, siparişlerden, teslimattan, ortaklarından söz ediyordu; kendilerine nasıl “güneşte bir yer” edindiklerini anlatıyor, şimdiki servetlerini ve piyasadaki tutumlarını açıklıyordu. Foma hızla alışmıştı işlere, el attığı her şeyi düşüne taşına ve büyük bir ciddiyetle yürütmekteydi.

      İnyat’a göz kırparak, “Bizim küçük şalgam, harika bir çiçek verdi!” diyordu Mayakin hafiften alaycı bir sesle.

      Ama yine de Foma’da, artık on dokuz yaşını aştığı hâlde, çocuksu ve alabildiğine saf bir yan vardı: Buydu onu arkadaşlarından ayıran. Ve bu yüzden, arkadaşlarının gözünde, alay edilmeyi hak eden bir aptaldı; onların bu tavrından dolayı da yanlarına sokulmuyordu. Oğullarını bir an bile gözden kaçırmayan İnyat’la Mayakin’e gelince, Foma’daki bu karakter belirsizliği karşısında ciddi olarak endişeye kapılıyorlardı.

      “Katiyen anlamıyorum bu çocuğu!” diyordu İnyat üzgün bir sesle. “İçkisi yok, hovardalığı yok. Seninle, benimle son derece saygılı; her şeyi büyük bir dikkatle dinliyor. Bir delikanlıdan çok, bakire bir kız havası var. Oysa hiç de aptala benzemiyor, öyle değil mi ?”

      “Yaşıtlarından daha aptal bir havası yok evet…” diyordu Maya-kin yavaşça.

      “Beni asıl tedirgin eden nedir biliyor musun? Bir şeyler bekler gibi hep bu çocuk, gözlerinde bir perde varmış gibi bir hâli var. Rahmetli annesi de hep böyle el yordamıyla yürürdü bu dünyada… Oysa şu bizim Afrikan Smolin’e bak bir de; Foma’dan topu topu iki yaş daha büyük o kadar, ama cin gibi çocuk! O kadar ki, insan, babası mı oğluna, oğlu mu babasına çekmiş diye düşünüyor vallahi! Eğitim görmek üzere büyük bir fabrikaya gitmek istiyormuş şimdi, katiyen soluk aldırmıyormuş babasına: ‘Beni tam yetiştirmediniz, yarım yamalak kaldım…’ diyormuş… Vallahi! Oysa benimkinin içinden kopup da böyle bir laf ettiği yok… Hey Allah’ım, sen bilirsin!”

      Aynı öğüdü veriyordu Mayakin her seferinde:

      “Bak ne yapacaksın… Boğazına kadar herhangi bir işin içine gömeceksin oğlanı! En iyisi budur, gel beni dinle! Demir tavında gerek demişler. Sür işe ve serbest bırak ki, eğilimlerini anlayabilelim… Tek başına ‘Kama’ üzerinde bir sefere gönder oğlanı!”

      “Yani sonucu göze alıp şöyle bir sınayalım mı diyorsun?”

      “Elbette! Ama peşin pazarlık: Mutlaka bir şeyleri berbat edecektir… Birkaç kuruş zararı göze alacaksın tabii… Yalnız buna karşılık, oğlanın ne edip ne etmediğini öğrenmiş olacağız… Değmez mi?

      Nihayet kararını vermişti İnyat:

      “Haklısın…” dedi. “Yollamaktan başka çare yok.”

      Ve bahar gelir gelmez, iki buğday şalupasıyla “Kama” üzerinde bir sefere gönderdi oğlunu. “Hamarat” isimli römorkör çekiyordu şalupaları. Ve gemiye kumanda eden de, Foma’nın eski dostu, bir zamanların dikkafalı tayfası Yefim’di. Yefim İliç olmuştu artık ismi, otuz yaşında iri yarı bir adamdı; ölçülü, sağduyusu sağlam, gözünden hiçbir şey kaçmayan ve gayet sert bir kaptandı.

      Hızla ve neşeyle geçiyordu sefer çünkü herkes memnundu. Foma ilk olarak sırtına yüklenen büyük sorumluluktan dolayı gurur duyuyordu; Yefim’se en küçük tersliği fırsat bilip, kendisine küfürle karışık ukalalık etmeyen genç patrondan memnundu. Ve gemideki iki şefin keyfi, doğrudan doğruya tayfanın üzerinde ışıldıyordu. Nisan sonunda buğday yüklemeleri gereken yerden ayrılmış, mayısın ilk günlerinde asıl konak yerlerine varmış bulunuyorlardı. Gemi, halatla kıyıya bağlıydı şimdi; kıyı boyunca demir atmış olan şalupalarsa, geminin yanı sıra sıralanmaktaydı. Foma buğdayı çabucak buraya boşaltıp parasını aldıktan sonra Perm’e yönelmek zorundaydı. İnyat’ın panayıra yetiştirmek üzere anlaşma yaptığı bir demir yükü bekliyordu Perm’de onları.

      Şalupalar, bir çam ormanı boyunca kurulu büyük bir köyün karşısında bulunuyordu. Geldiklerinin ertesi sabahı, erken saatlerden itibaren kadınlı erkekli, atlı yaya, gürültücü bir köylü kalabalığı kaplamıştı rıhtımı. Ve yerine göre bağırıp çağırıp, yerine göre türküler söyleyerek güverteye yayılmış, göz açıp kapayıncaya kadar müthiş bir hızla çalışmaya koyulmuşlardı. Ambara inmiş olan kadınlar buğdayı çuvallara dolduruyor, erkeklerse bu çuvalları sırtlanıp rıhtıma taşıyorlardı. Ve rıhtımda uzun süredir beklenen buğdayla yüklü sıra sıra arabalar, köye doğru yol almaktaydı. Kadınlar türkü söylüyor, erkeklerse neşe ve umursamazlık içinde şakalaşıp küfürleşiyordu. Bu durumda, kendilerini nizamı korumakla görevli sayan tayfalar dört bir yana bağırarak emir yağdırıyor, şalupaları rıhtıma bağlayan kalaslar, köylülerin ağır ayakları altında yaylanıp gıcırdıyor, rıhtımda atlar kişniyor, arabalarla tekerlekleri altında ezilen kumlar aynı zamanda gıcırdıyordu.

      Güneşin doğuşuyla birlikte, çam kokusuyla dolu olan hava, insana hayat veren yeni bir tazeliğe bürünmüş gibiydi. Irmağın sakin suyu nazlı nazlı şırıldıyordu; suda yansıyan gökyüzü, şalupaların gövdesine ve demirlere çarpıp kırılan dalgalarla parçalanıp yeniden yayılıyordu. Sevinçle çınlayan çalışma uğultusu, bahara bürünmüş tabiatın güneş ışınlarıyla süslü çocuk güzelliği, sözün kısası her şey Foma’ya mutlu ve hoş bir eziklik veren, onda yepyeni ve kışkırtıcı arzular uyandıran sadelik ve neşe dolu bir kuvvetle dolup taşıyordu. Römorkörün tentesi altındaki masaya kurulmuş, Yefim’le ve tesellüm memuruyla birlikte çay içiyordu Foma… Tesellüm memuru, il meclisine bağlı, kızıl saçlı, gözlüklü bir adamdı. Sinirli sinirli omuzlarını oynatarak, cırtlak bir sesle, köylülerin uğradığı açlığı anlatıyordu şimdi. Pek dinlemiyordu Foma; kimi zaman aşağıda çalışanlara bakıyor, kimi zaman da üzerinde çamların yükseldiği, sapsarı ve kumluk, sarp bir yamaç hâlinde duran karşı kıyıyı seyrediyordu. Sakin bir çöl uzanmaktaydı orada.

      “Ta oralara kadar gitmemiz gerekecek…” diyordu kendi kendine.

      Bir yandan da memurun keskin ve telaşlı sesi, uzaklardan kopup gelen bir çığlık gibi belli belirsiz kulağına takılmaktaydı:

      “Bana inanmazsınız ama sonunda gerçekten dehşet verici bir hâl almıştı durum. İşte size bir olay, dinleyin ve değerlendirin


Скачать книгу