Dominique. Fromentin Eugène
Madam,
Okumuş olduğunuz küçük kitap işte budur. Onu, hiçbir değişiklik yapmadan, yani kalem tecrübesi kabilinden olan bu eserde göze çarpacak bütün acemilikleriyle neşrettiğime, çok müteessifim. Bu gibi hatalar bana çaresiz göründü. Ve onları tashih etmekten ümidimi keserek olduğu gibi ibka ettim. Eğer kitabım daha az kusurlu olsaydı onu size takdim etmek benim için büyük bir saadet olurdu. Dostlarınızın en hakiri sıfatıyla beni affederek şu hâliyle gene yüksek isminizin himayesine alacak mısınız? O isim ki vaktiyle de bana muhafızlık etmiştir ve o isim ki onun hakkında hayranlık beslediğim kadar da şükran ve hürmet duygularıyla mütehassisim.
DOMINIQUE
I
Şimdi okuyacağınız bu pek basit ve lüzumundan çok az roman tarzında olan hikâyeyi bana mahremane anlatan arkadaşım, “Şüphesiz…” dedi. “Şikâyet edecek bir şeyim yok çünkü Allah’a şükür, artık hiçbir şey değilim! Zaten hiçbir vakit bir şey olmadığım da tahmin edilebilir ve ben birçok ihtiras adamlarının sonunda benim gibi olmalarını temenni ederim. Artık iyice anladım ve rahat ettim. Birçok faraziyelere kapılmaktan elbet böylesi daha iyidir: Kendi kendimle anlaşmanın yolunu buldum. Bu ise muhale karşı kazanabileceğimiz zaferlerin en büyüğüdür. Hasılı herkes için faydasız olan ben, şimdi bazıları için faydalı oluyorum ve kendisinden beklenenlerden hiçbirini vermemekte olan hayatımdan, belki hiç beklenmeyen yalnız birini… kendini büyük görmemek ihtiyatlı ve şuurlu olmak meziyetini elde edebildim. O hâlde şikâyet edeceğim bir şey yok demektir. Hayatım arzularıma ve meziyetlerime göre biçilmiş bir kaftandır. O, bir köy hayatıdır ki bu da kendisine pek yakışmaz değildir. Geç büyüyen ağaçlar gibi ben onu tepesinden budadım; öyle çalımlı, güzel ve gösterişli değildir; bunun için uzaktan pek görünmezse de iyi kök tutar ve etrafına çok gölge verir. Şimdi üç kimse var ki ben varlığımı onlara borçluyum. Bunlar beni muayyen vazifelerle, pek ağır olmayan mesuliyetlerle ve hatasız, üzüntüsüz bağlarla bağlamışlardır. Vazifem basittir ve ben onun uhdesinden gelebilirim. Eğer bütün beşer hayatının gayesi didinmekten ziyade zürriyet sahibi olmak ise ve eğer saadet denilen şey arzularımızla o arzuları yerine getirecek kudretimizin muvazenet1 ve muadeletinde2 ise ben aklın gösterdiği yolların en kısasından yürüyorum, demek siz de mesut bir adam görmüş olduğunuzu iddia edebilirsiniz.”
Bu arkadaşım kendi iddia ettiği gibi şahsiyetsiz bir adam olmadığı gibi eyaletinin silik çehreleri arasına karışmadan evvel onların içinden bir şöhret mukaddemesiyle sivrilip çıkmış da olmakla beraber o gene kendisini “menfi kemiyetler” namını verdiği meçhul güruh arasına karıştırmak isterdi. Ona gençliğinden bahsedenlere ve oldukça keskin ışıklarla etrafını aydınlattığını söyleyenlere cevap olarak bunun âlemin, bir kuruntusundan ibaret olduğunu, hakikatte ise kendisinin hiçten başka bir şey olmadığını, bunun delili ise işte bugün kendisinin de herkese benzemekte olduğunu ve tam manasıyla haklı olan bu neticeyi efkârıumumiyeye karşı meşru bir nevi tazminat gibi telakki ederek iftihar ettiğini söylerdi. Bu münasebetle şunu da tekrar ederdi ki, pek az kimseye, kendisinde bir istisnaiyet olduğunu söylemek hakkı nasip olmuştur ve böyle yüksek bir kabiliyetle mümtaz olduğu sabit olmaksızın imtiyazlı rolü oynamak kadar gülünç, mazeret kabul etmez ve boş bir şey yoktur; kendisini cemaatten, akran ve emsalinden ayrı görmek isteyenlerin bu küstahça temennileri, ekseriya cemiyete karşı işlenmiş bir kumarbaz hilesi ve kendi hâllerindeki bütün mahviyetli kimselere karşı reva görülmüş affolunmaz bir hakarettir; hak etmediği bir şerefi benimsemek, başkalarına ait rütbe ve unvanları gasp ederek er geç günün birinde de şöhretin hazine-i umumiyesini böyle yağma ederken suçüstü yakalanmak tehlikesine düşmek demektir.
Belki de inzivaya çekilişini izah için böyle kendini küçültüyor yahut bizzat kendi elemlerine ve arkadaşlarının elemlerine rücû etmek ihtimalini bütün bütün kaldırmak için böyle söylüyordu. Acaba samimi mi idi? Bunu kendi kendime çok sordum. Hatta ara sıra, tekâmül meftunu olan, böyle bir adamın nasıl olup da bu kadar tam bir tevekkülle inhizamını3 kabul etmiş olmasını şüpheli bulduğum bile oldu. Zaten en halis bir samimiyetin dahi ne çok dereceleri vardır! Dosdoğrusunu söylemeksizin doğru söylemenin ne kadar çok tarzları vardır! Eşyanın aslına bağlanmayıp onun fevkine çıkan hâletiruhiye, itiraf olunmayan şeylere uzaktan bakan kavrayıcı bir nazarın varlığını reddedebilir mi? Peki, kendinden oldukça emin hangi kalp vardır ki bizim elimizde olan tevekkül ile bize ancak zamanın getirdiği nisyan arasında hiçbir elem doğmayacağını söyleyebilsin?
Onun şimdiki hayatına, hiç olmazsa kendisinden bahsettiğim devredeki hayatına pek benzemeyen mazisi hakkındaki şu hüküm ne olursa olsun o, kendi kendine o derece istifasını vermiş ve öyle karanlık bir hâl almıştı ki bu hâli kendisine bütün bütün hak verdirecek gibi görünüyordu. Bunun için kendisini hemen hemen bir yabancı yerine koyarak ne söylediyse olduğu gibi kabul ettim. Kendi tabiri veçhile o, o kadar az kendisi olmuş ve bu sahifelerde kendinden başka o kadar çok kimselerin icabında tanınması mümkün bulunmuş idi ki, bu kadar müşabehetlere4 imkân veren bir adamın hayatında portresini çizip basmakta hiçbir mahzur görmüyorum. Kendi simalarını memnuniyetle onda bulacaklardan onu biraz ayırt eden bir şey varsa o da bence kimseyi kıskandırtmayacak bir istisnaiyetle onun sık sık kendini murakabe etmek gibi nadir bir cesarete malik olması ve daha nadir bir huşunetle kendinde bayağılık bulması idi. Nihayet kendisinin gerek hâlinden ve gerek mazisinden bahsetmek hususundaki ihmal ve lakaydisi de zikre değer ki böyleleri varsa bile pek azdır.
İlk olarak onu görüşümde mevsim sonbahardı. Tesadüf onu bana çok sevdiği ve ikide bir dilinden düşürmediği bir mevsimde tanıtmıştı. İhtimal ki bu mevsim, yaşanılan her mutedil hayatı hülasa ettiği için yahut asude ve tabii bir kadroya bürünerek sükût ve melal içinde o hayat sonuna erdiği için ondan sık sık bahsederdi. O zamandan beri kaç kere bana şöyle söylemiştir:
“Ben, önü alınması tamamıyla kabil olmayan birtakım uğursuz cereyanların bir misaliyim: Melankolik bir adam olmamak için yapmadığım kalmadı. Çünkü her yaşta ve bilhassa benim yaşımda melankolik olmak kadar gülünç bir şey olamaz. Fakat bazı kimselerin kafasında yağmur gibi, fikirleri üzerine daima dökülmeye hazır, bilmem nasıl sisli bir matem havası bulunuyor. Eylülün sisleri içinde doğanların vay hâline!”
Bu son sözü, hem şu çalımlı mecazi ifadesine hem de yaratılışının esasen kendisini pek mahcup eden o sakatlığına karşı gülümseyerek ilave ederdi.
O gün ben, onun oturduğu köyün civarında avlanıyordum. Oraya bir gün evvel gittimdi. Birkaç seneden beri köyde yerleşip kalmış olan dostum Doktor …’ın misafiri idim, başka bir tanıdığım da yoktu. Avlanmak için onunla ikimiz köyden çıkarken öteden Villeneuve’ün şarkını örten -üzüm bağlar ile mestur- bir tepede başka bir avcı göründü. Gezmeye çıkmış bir adam hâliyle ağır ağır yürüyordu. Yanında -üzüm kütüklerinin arasında dolaşıp aranan- iki büyük av köpeği vardı: Biri, tüyleri boz bir İspanyol köpeği, ötedeki de kısa tüylü siyah bir zağardı. Ondan sonra öğrendim ki, hemen her gün tekerrür eden av seferlerinde bu iki köpek onun münhasıren yanına aldığı iki arkadaşıdır ve bu av merakı, onun için açık havada yaşamak ve bilhassa yalnız yaşamak, ihtiyacı gibi daha derin bir meylin bahanesinden başka bir şey değildir.
Komşusunun mutat maiyetini uzaktan tanıyan doktor bana dönerek “O!” dedi. “İşte bizim Mösyö Dominique avlanıyor!”
Çok geçmeden onun ateş ettiğini duyduk. O zaman da doktor, “İşte Mösyö Dominique ateş ediyor!” dedi.
Avcı bizimle hemen hemen aynı arazide avlanıyor ve Villeneuve’ün etrafında, şarktan esen rüzgâr istikametine ve av hayvanlarının malum olan yerlerine göre zaten taayyün etmiş aynı manevra hattını tutuyordu. O gün akşama kadar gözümüzün önünde bulundu ve aramızda yüzlerce metre mesafe olduğu hâlde biz onun avlanmasını takip ettiğimiz gibi şüphesiz o da bizimkini takip edebiliyordu. Arazi düz, hava sakindi ve bu mevsimde ses öyle uzaklara gidiyordu ki gözümüzden kaybolduğu zamanlar bile tüfeğini her atışını pek sarih olarak duyduktan başka fazla uzaklaşan köpeklerini çevirmek
1
Muvazenet: Dengelilik, eşitlik. (e.n.)
2
Muadelet: Eşitlik, denklik, eş değerlik. (e.n.)
3
İnhizam: bozulup dağılma, hezimete uğrama. (e.n.)
4
Müşabehet: İki şey arasında benzerlik, benzeşlik. (e.n.)