Dominique. Fromentin Eugène
harman yeri şeklindeki meydanlıkta, gecenin rutubetiyle yağmur yemiş gibi ıslak duran otların içinde dans ediyorlardı. Ay ışığı bu hazırlıksız baloyu öyle güzel aydınlatmıştı ki, başka ziyalardan vazgeçilebilirdi. Zaten dansçılar evin bağ bozucularıyla gayda sesine koşan bir iki civar delikanlısından ibaret gibiydi. Bilmem gaydayı çalan müzikacı bu işte maharet gösteriyor muydu? Fakat hiç değilse onu öyle coşkun bir aşk ile çalıyor, aletten uzun uzadıya öyle keskin sesler çıkarıyor ve gecenin sessizliği içinde yükselen bu cayırtılar öyle bir sertlikle havayı yırtıyordu ki, bunu yakından gördükten sonra sesinin o kadar uzaklardan bize gelmesine artık şaşmıyordum. Yarım fersahlık bir çevreden onun sesi duyulabileceği için nahiyenin bütün genç kızları mutlaka şimdi rüyalarında dans ediyorlardı. Delikanlılar yalnız ceketlerini çıkarmakla kalmışlar, kızlar başörtülerini değiştirmekle beraber havlı kumaştan önlüklerini yukarı kaldırmışlar, fakat hiçbiri ayaklarındaki tahta ayakkabılarını çıkarmamışlardı. Çünkü şüphesiz bu suretle daha muvazeneli ve sağlam olabilecekleri gibi bu altı kalın ağır ayakkabılarıyla o ağır sıçrayış pandomimasının (dedikleri gibi Overn ahalisi dansının) ölçülerini daha iyi belli edeceklerdi. O esnada hizmetçi kızlar, ellerinde bir mum, mutfakla yemek odası arasında gidip geliyorlar ve müzik biraz durup soluk almaya başlayınca angaryacıların üzüm ezdikleri bocurgat iniltileri de duyulmaya başlıyordu.
İşte biz Mösyö Dominique’i tasırhane denilen bu -keresteler, kalaslar, bocurgatlar ve hareket hâlinde çarklarla dolu- acayip laboratuvarda bulduk. Şuraya buraya konmuş iki üç lamba kocaman makineler ve yapı iskeleleri üst üste yığılı gibi duran bu geniş yeri ne kadar mümkünse o kadar az aydınlatıyordu. Tasır makinesinden geçmiş üzümler kesiliyor, yani makinelerin tazyiki altında ezilen mahsulün son usareleri alınmak üzere bunlar yeniden dört köşe bölümlere ayrılarak muntazam levhalar vücuda getiriliyordu. Artık pek zayıf damlalarla akan şıra, suyu çekilmiş bir çeşmenin son damlaları gibi, taş teknelere düşüyor ve yangın hortumlarına benzeyen bir deri hortum vasıtasıyla bunlar bir kilerin dibine iniyor, civarı pek sıcak olan bu kilerde üzüm suyunun tatlı çeşnisi şarap kokusuna tahavvül ediyordu.
Her yerden taze şarap sızıyor, ıslak duvarlardan ter gibi şarap fışkırıyordu. Başa vuran şarap buharları lambaların etrafında bir sis tabakası hasıl etmişti. Mösyö Dominique bağcılarının arasında bir el lambasını onlara tutarken bu alaca karanlıkta bizi de gördü. Hâlâ avcı kılığında idi ve kendisine hep “efendimiz” diye hitap etmeseler işçilerden hiçbir suretle ayırt edilemezdi.
Ziyaretimizin zamanını ve saatini uygunsuz seçtiğimiz için özür dilemek isteyen doktora “Hiç özür dilemeyiniz.” dedi. “Çünkü ben daha ziyade özür dileyecek bir vaziyetteyim.”
Ve zannederim elinde lamba bizi nezaketle ve teklifsizce kabul ederken tasırhanesinde gösterebileceği ikramlar için yegâne sıkıldığı şey böyle bir yerde rahatça oturmamızı temin edememesiydi.
Sonraları kendisiyle pek çok görüştüğüm bir adamı ilk defa olarak dinlemek fırsatını veren bu ilk mülakatımız hakkında söyleyecek bir sözüm yok. Yalnız hatırladığıma göre aramızda yegâne müşterek mevzular olan bağ bozumu, hasat, çiftçilik ve av gibi afaki şeylerden bahsettikten sonra, buradaki hayatın bütün sadelikleri ve kabalıklarının besbelli zaruri bir karşılığı olarak Paris birdenbire önümüze çıkıverdi.
Bu Paris ismi kendisini daima yerinden oynatan doktor “Ey gidi günler!” dedi.
Mösyö Dominique cevap verdi:
“Gene maziye tahassür!”
Ve bu sözler öyle bambaşka bir aksanla söylendi ki bana bizzat sözlerden ziyade bu ifade tarzının delalet ettiği manayı aramak arzusunu verdi.
Bağ bozucular yemeğe gidiyorlardı. Biz de o zaman çıktık. Vakit gecikmişti. Bizim için bir an evvel Villeneuve’e dönmek icap ediyordu. Mösyö Dominique bizi, sınırları parkın ağaçlarına müphem bir surette karışan bir bahçenin dolambaçlı yolundan geçirdi. Sonra evin bütün cephesini tutan çardaklı bir taraçadan geçtik ki bunun öbür ucundan deniz görünüyordu.
Gecenin ılık havasına karşı açık bırakılmış aydınlık bir odanın önünden geçerken o kırmızı eşarplı genç kadın gözüme ilişti: Bir çift ikiz karyolanın önünde oturmuş el işi ile meşguldü. Parmaklığın önünde ayrıldık. Çiftliğin sesleri oraya kadar gelmiyordu. O günkü avdan yorgun düşen köpekler, kulübelerinin önünde yere uzanmış, tasmaları boyunlarında uyuyorlarken ayın kuvvetli ışığı kendilerine sabah olduğu zannını vermiş gibi kuşlar leylak kümeleri içinde kıpırdanıyorlardı. Araya yemek gürültüsü girdiği için artık balodan hiçbir ses seda çıkmıyordu. Gerek Trembles’daki ev gerek civarı derin bir sessizliğe dalmış dinleniyor ve bu sessizlik gaydanın cayırtılarına bir deva gibi oluyordu.
Aradan pek az geçti. Bir akşam eve geldiğimiz vakit Mösyö Dominique dö Bray’in iki kartını bulduk. O gün bizi ziyarete gelmiş. Hatta ertesi gün de Trembles’dan bir davet tezkeresi geldi. Madam dö Bray namına yazılıp kocası tarafından imza edilmiş olan bu nazik rica mektubunda, komşuca verecekleri ailevi bir akşam yemeğinde bizi de görmekle mesut olacakları bildiriliyordu.
Hakikatte ilk sayılmak lazım gelen bu yeni mülakat ki bana Trembles Şatosu’na girmek vesilesini vermiştir, kayda şayan bir ehemmiyeti haiz olmadı ve eğer Dominique ailesi hakkında hemen bir iki söz ilavesine lüzum görmeseydim, bu ziyaretten belki de hiç bahsetmezdim. Aile üç şahıstan mürekkeptir. Bağlar arasında bir an için hayallerini sezmiş olduğum kimseler: Clémence dedikleri esmer bir küçük kız, sonra sarı bir oğlan, çabuk boy atan ince, narin bir çocuk. Bir çocuk ki Jean dö Bray’in yarı derebeyi, yarı köylü ismini kuvvet ve kudretinden ziyade ehliyet ve dirayetiyle taşımaya şimdiden namzet görünüyor.
Annelerine gelince: Bu kadın ve bu anne; şu iki kelimenin tam manasıyla şümulünü haiz mükemmel bir kadın ve mükemmel bir ana idi. Ne orta yaşlı, ağırbaşlı ne de bir genç kız hâlinde. Belki henüz pek taze, fakat iyi hazmedilmiş analık ve kadınlık mefhumları çifte rolünün verdiği bir olgunluk ve kibarlık var. Müphem bir simada çok güzel gözler, son derece tatlılık, besbelli yalnızlık hayatının verdiği bilmem nasıl bir korkaklık, fakat namütenahi bir letafet ve zarafet.
O yıl münasebetlerimiz pek ileriye gitmedi: Mösyö dö Bray’in benim de beraber bulunmamı arzu ettiği bir iki av partisi, karşılıklı birkaç ziyaret ki bana köyünün yollarını tanıttığı kadar kalbinin gizli yollarını açmamıştır. Nihayet bu mesut yuvanın daha fazla bir hususiyetine girmeksizin İkinciteşrinde7 Villeneuve’den ayrıldım: İşte o zamandan beri doktorla ben Trembles Şatosu sakinlerini böylece mesut yuva sakinleri diye anıyorduk.
II
Gözden ırak olmanın garip neticeleri oluyor. Mösyö Dominique’ten ayrı düştüğüm bu ilk yılda, bizi birbirimize hatırlatacak direkt bir hatıra olmaksızın bunu nefsimde tecrübe ettim.
Gözden ırak oluş birleştirir ve ayırır, ayırdığı kadar da yaklaştırır, hatırlatır ve unutturur; bazı pek kuvvetli bağları gevşetir, gerer, koparacağı noktaya kadar dener; sonra bazı sözde yıkılmaz, rabıtalar vardır ki onlarda da çaresi bulunmayacak sakatlıklar vücuda getirir; ebedî hatıraların ebedî vaatleri üzerine umursuzluk cihanları yığar. Sonra gözle seçilemeyecek bir tohumdan, belirsiz bir alakadan, bir “Adiyö, mösyö!”den -ki ertesi güne kadar da yaşamasına mahal yoktur- bütün bu hiçlerden bilmem nasıl örgüler yaparak öyle sağlam bir dokuma vücuda getirir ki onun üstünde iki erkekçe dostluk ömürlerinin sonuna kadar pekâlâ birleşebilir, çünkü bu gibi bağlar sonuna kadar devamlıdır.
Hislerimizin
7
İkinciteşrin: Kasım ayı. (e.n.)