Dominique. Fromentin Eugène
omzuna koyuncaya kadar geçen fark edilmez bir tevakkuf anı içinde onun önce bize bakıp ne doktorun ne de benim ateş edecek kadar yakın olmadığımıza, sonra da bir an evvel kararını vermezse bunun hepimiz için kaybedilmiş bir parti olacağına hüküm verdikten sonra, hemen nişan alıp ateş ettiğini gördüm. Kuşçağız alabildiğine uçarken yıldırımla vurulmuş gibi düştü. Daha doğrusu şiddetle kendini yere attı ve üzüm bağının sertleşmiş zemini üzerinde, ağır bir hayvan cüssesi gürültüsü ile bir kere sıçradı.
Bu, renkçe zengin ve muhteşem kırmızı erkek bir keklikti. Gagası ve ayakları mercan gibi sert ve kırmızı; pençeleri horoz pençeleri gibi ve göğsü çok besili bir piliç göğsü gibi enli idi.
Mösyö Dominique bana doğru ileri gelerek “Mösyö…” dedi. “Sizin köpeğinizin durağında bulunan bir kuşa ateş ettiğim için affınızı rica ederim. Fakat bu havalide oldukça nadir olan böyle nefis bir parçayı kaçırmamak için size vekâlet etmeye mecbur kaldığımı zannediyorum. Hakçası o sizindir. Onu size takdim değil iade ediyorum.”
Tereddüdümü izale için nazikane birkaç söz daha ilave etti. Ben de Mösyö Dominique’in bu hediyesini ödenmesi zaruri bir nezaket borcu kabilinden olarak kabul ettim.
O zamanlar kırkını geçkin olmakla beraber bu adam hâlâ görünüşte genç, oldukça iri, esmer renkli, tavır ve edası biraz ihmalkâr olmakla beraber sakin siması, ağırbaşlı söz söyleyişi, ihtiyatlı duruşu, aşağı yukarı ciddi bir zarafet ibrazından hali değildi. Sırtındaki bluzu ve ayağındaki getrileriyle avcı bir kır adamı kılığında idi. Yalnız tüfeği onun refah içinde olduğunu göstermeye kâfi idi. Köpeklerinin boynunda gümüş kakmalı birer geniş tasma ve bu tasmaların üstünde birer marka görülüyordu. Doktorun elini samimiyetle sıktıktan sonra acele bizden ayrıldı. Dediğine göre hemen o akşam hasat işlerini bitirecek olan bağcılarını derleyip toplamaya gidiyormuş.
Birinciteşrinin6 ilk günlerinde idik. Bağ bozumu zamanı geçmek üzere idi. Kısmen mutat sükûnetine dalmış olan köyde, brikad namını alan üç grup bağ bozucudan başka kimse kalmamıştı. Bir de son üzümleri kesilen bağın ortasında koca bir direk ve bunun tepesinde bir kutlama sancağı görülüyordu. Bu direk, Mösyö Dominique’in brikad’larının sevinçle kaz mancasını yemeye hazırlandıklarına, yani işler bitince anane icabı verilmesi mutat olan ve muhtelif nefis yemekler arasında bir de kaz kızartması bulunan veda ziyafetine alametti.
Akşam oluyordu. Keskin kenarlı ufka inmek için güneşin ancak birkaç dakikalık bir mesafesi kalmıştı. O güneş, ışıklı ve gölgeli uzun hatlar çizerek -bağlar, tarlalar, bataklıklarla hazin bir surette bölünmüş olan ağaçsız, düz ve yer yer uzak bir bakışla denize kadar açılan- koca bir sahayı boylu boyunca aydınlatıyordu. Bir iki beyazımsı köy, çatıları düz kiliseleri, sakson çan kuleleriyle ovanın şişkin bir tarafına konmuş; -cılız ağaç kümeleri ve koskoca ot ve saman yığınlarıyla- birkaç ücra ve küçük çiftlik bu usandırıcı geniş peyzaja biraz hayat vermiş. İklimin, mevsimin ve şu gurup zamanının verdiği bambaşka bir güzelliği olmasa resmi alınmaya değer fukaralığı bütün bütün meydana çıkacak olan bir manzara…
Yalnız Villeneuve’ün karşı tarafında ve ovanın bir kıvrıntısı içinde başka yerlerden daha çokça bir ağaçlık, az çok gösterişli bir binanın etrafında, pek ufak bir park vücuda getirmiş gibi idi. Dar, yüksek ve gayrimuntazam seyrek pencereleri olan bina, arduvaz külahlı minimini kuleleriyle Flamandiya tarzında bir paviyondu. Civarında çiftlik evi işletme yeri gibi daha sonra yapılmış, fakat hepsi birbirinden mütevazı bir bina kümesi vardı. Ağaçların arasından yükselen mavi bir sis memleketin bu çukur yerinde istisnai olarak hiç olmazsa bir su akıntısı gibi bir şey mevcut olduğuna alametti; etrafı söğüt ağaçlarıyla çevrilmiş ıslak bir çayırdan çıkan batak bir yol paviyondan denize kadar dosdoğru uzanıyordu.
Çıplak üzüm bağları arasında tek başına kalan bu küçük yeşil adayı bana gösterirken doktor şöyle dedi:
“Şu gördüğünüz yer Trembles Şatosu ve Mösyö Dominique’in ikametgâhıdır.”
Bu esnada Mösyö Dominique, soluk soluğa arkasından gelen köpekleriyle boş tüfeğini omuzlamış, sükûnetle uzaklaşıyordu; fakat araba tekerleği izleriyle örtülü bağ yolunda henüz birkaç adım atmış bulunuyordu ki benim pek hoşuma giden bir tesadüfün şahidi olduk.
Şakrak sesleri duyulan iki çocuk ve yalnız kırmızı eşarbı ile ince bir kumaştan robu görünen taze bir kadın, avcıyı karşılamaya geliyorlardı. Çocuklar uzaktan sevinçli jestler yapıyor ve küçük bacaklarının yettiği hızla ona doğru koşuyorlardı. Anneleri daha yavaş geliyor ve eliyle erguvan rengindeki eşarbının bir ucunu sallıyordu. O sırada Mösyö Dominique’in de çocuklarını birer birer kucağına aldığını gördük.
Parlak renklerle canlanan bu grup, yeşil çoban yolunda biraz durakladı. Sakin kırların ortasında akşam güneşinin ateşiyle nurlanarak ve bitmek üzere olan günün güya bütün sükûnuna bürünerek ayakta duruyorlardı. Sonra, tamamlanan aile tekrar Trembles yolunu tuttu ve batan güneşin son ışığı bu mesut ev halkını evlerine girinceye kadar uğurladı.
Doktor birkaç kelime içinde bana Mösyö Dominique do Bray’in -memleketteki teklifsizliğin kabul ettiği dostluk ananesi icabından olarak ona kısaca Mösyö Dominique derlermiş- kim olduğunu anlattı: Mevkinin asil bir adamı, nahiyenin müdür ve belediye reisi. Bu itibar ve itimadı da şahsi tesirlerinden ziyade -çünkü bu tesirleri o ancak son senelerde icra etmektedir- ismine bağlı olan eski bir saygıya borçludur; kendisi çok sevilir, zavallıların imdadına koşmaya hazırdır ve herkesin sevgisine mazhardır, her ne kadar idaresi altında bulunanlara benzerliği yalnız bluzundan ibaret, o da giydiği zamanlar ise de.
Doktor şunları ilave etti:
“Sevimli bir adamdır. Yalnız biraz yabanidir. Çok iş yapar, az söyler. Onun hakkında nihayet size şunu söyleyebilirim ki nahiyenin ahalisi ne kadarsa onun iyiliğini görmüş olanlar da o kadardır.”
Bu kır gününü takip eden gece o kadar güzel ve o kadar berrak idi ki, insan kendini hâlâ yaz ortasında sanabilirdi. Ben o geceyi unutmayışımı, bilhassa hatıraların, hatta en az bariz olanlarını bile, hafızanın bütün hassas noktalarına perçinleyen bir nevi intibalar ahengine atfediyorum: Mehtap vardı. Göz kamaştırıcı bir mehtap… Villeneuve’ün tebeşirli yolu ve beyaz evleri, gündüz öğle vakti imiş gibi, aynı sarahatle fakat daha tatlı bir nur ile yıkanıyordu. Kasabayı baştan başa kateden büyük caddede kimseler yoktu. Kapıların önünden geçilirken içeride ailece gece yemeği yendiği, kanatları çoktan kapanmış pencerelerden şöyle böyle duyuluyordu. Sakinleri henüz uyumamış olan tek tük evlerin dam nefesliklerinden ve anahtar deliklerinden, nevumma kırmızı bir hat fışkırarak gecenin soğuk beyazlığına karışırdı. Yalnız bocurgatların tahtalarını havalandırmak için üzüm sıkılan yerler açık bırakıldığından baştan başa kasabada bir sıkılmış üzüm ıslaklığı duyulur, köpüren şarapların sıcak buharı kümeslerin ve ahırların kokusuna karışıyordu. İlk uykularından uyanarak gecenin rutubetli olacağını ilan eden horozların sesinden başka ortalıkta artık hiçbir ses seda kalmamıştı. Şark rüzgârının getirdiği ardıç kuşlarıyla şimalden cenuba göç eden göçmen kuşları, köyün havasından geçiyor ve gece yolcuları gibi bir düziye birbirlerine sesleniyorlardı.
Saat sekizle dokuz arasıydı. Ovanın bir ucunda şen, şakrak bir şamata gürledi. Derhâl çiftlikteki ve civardaki köpekler heyecanlanarak havlamaya başladılar; bu ses karşılıklı bir dans havası çalan gaydaların keskin ve mevzun çığlıklarıydı.
Doktor bana dönerek
6
Birinciteşrin: Ekim ayı. (e.n.)