Oliver Twist`in Maceraları. Чарльз Диккенс
onu bulamazdı orada. Akıllı bir çocuğun Londra’da yoksul kalmayacağını sık sık duymuştu yoksullarevindeki ihtiyarlardan; o büyük şehirde türlü geçim yolları varmış, öyle ki kasabada yetişenlerin aklı almazmış. Biri yardım etmezse sokak ortasında ölmeye mahkûm, evsiz barksız bir çocuk için tam yeriydi. Aklından bu fikirler geçerken, ayağa sıçrayıp ileri fırladı.
Londra’yla arasındaki mesafeyi tam dört mil daha kısaltmıştı ki varacağı yere erişmeyi ümit edebilmesi için daha ne kadar gitmesi gerektiğini hatırladı. Bu düşünce, kendini zorla kabul ettirdiği için, yürüyüşünü biraz yavaşlattı. Nasıl gideceğini düşündü. Bir ekmek kabuğu, kaba saba bir gömlek, iki çift çorap vardı bohçasında. Bir de meteliği vardı cebinde; her zamankinden daha iyi iş gördüğü için bir cenaze töreni dönüşü vermişti Sowerberry, hediye olsun diye. “Temiz bir gömlek…” diye düşünüyordu Oliver. “İçine rahatlık veriyor insanın, çoraplar da öyle, para da ama kış günü, altmış beş millik yolda yürümek için pek işe yaramayacak şeyler.” Oliver’ın düşünceleri daha birçok insanınki gibi zorlukları keşfetmekte son derece hazır ve becerikliyse de onları aşmak için herhangi tatbik edilir bir çare bulmaktan acizdi; bir yere varmayan bu düşüncelerden sonra, bohçasını öteki omzuna vurup yeniden koyuldu yola.
Oliver, o gün yirmi mil yürüdü ve bütün bu zaman içinde, kuru ekmek kabuğu ve yoldaki köy evleri kapılarından dilendiği birkaç yudum suyla nefsini öldürdü. Gece gelince çayıra girip bir samanlığın altında büzülüp, sabaha kadar yatmaya karar verdi. İlkin ürktü, rüzgâr boş tarlalar üstünde inleyip duruyordu; üşüyordu, açtı, yalnızlığını bu denli duymamıştı hiç, yürümekten bitkin, uyuyakaldı, unuttu gitti dertlerini.
Sabah uyandığında donmuş, her tarafı tutulmuştu, öyle acıkmıştı ki yolu üstündeki ilk köyden, parasına karşılık, küçük bir ekmek almak zorunda kaldı. Gece olduğunda ancak on iki mil ilerleyebilmişti. Ayakları acıyordu, bacaklarında takat kalmamıştı, gövdesinin altında tir tir titriyorlardı. Soğuk, ıslak hava içinde bir gece daha geçirdi, bu daha da kötüleştirdi Oliver’ı; ertesi sabah, yeniden yola çıktığı zaman, sürünerek ilerleyebiliyordu ancak.
Bir posta arabası gelinceye dek, dik bir tepenin yamacında bekledi; dışarıda oturan yolcular vardı, onlara yalvardı; ama pek az kişinin dikkatini çekebildi; dikkati çekilenler de araba tepeye varıncaya dek sabretmesini, sonra belki birkaç kuruşluk götürebileceklerini söylediler. Oliver’cık, birkaç adım arabaya ayak uydurmaya çalıştı; ama yorgun olduğu, ayakları sızladığı için devam edemedi. Dışarıda oturan yolcular bunu görünce ceplerinden çıkarmış oldukları birkaç ufak parayı, yeniden ceplerine indirdiler, çocuğun tembel bir köpek olduğunu, hiçbir şeye layık olmadığını söylediler; araba da geçip gitti, sadece bir toz bulutu kaldı ardında.
Köylerin bazılarında, koca koca, boyalı tahtalar asılıydı; köyün hudutları dâhilinde dilenenlerin hapsedileceği yazılıydı. Oliver’ı pek korkuttu bu, o köylerden elinden geldiği kadar hızla geçti. Öteki köylerdeyse han avlularında durup gelen geçene acıklı acıklı bakıyordu; bu ameliye sonucu da hancı hanım bir şey çalmak için gelmiş olduğuna emin olduğundan bu acayip çocuğu oradan defetmelerini emretti.
Çiftçi evlerinin kapısını çalacak olsa onda dokuzu, köpeklerini salıvereceklerini söyleyerek tehdit ediyordu; dükkânın birine burnunu sokacak olsa mübaşirden bahsediyorlardı -bu da Oliver’ın yüreğini ağzına getiriyordu; ağzında çoğu zaman kalbinden başka bir şey yoktu ya zaten- uzun uzun konuşuyorlardı mübaşir hakkında.
Nitekim iyi kalpli bir geçit bekçisiyle, iyiliksever bir hanım olmasaydı, Oliver’ın dertleri, annesininkilere son veren aynı ameliyeyle kısa kesilmiş olabilirdi; yani kralın yolu üstünde düşer ölüverirdi. Ama bekçi, ekmek peynir verdi ona; yeryüzünün uzak bir yerinde çıplak ayakla dolaşıp duran, deniz kazazedesi bir torunu olduğundan zavallı yetime acıdı ve verebileceği birkaç şeyi -hatta verebileceğinden de fazlasını- verdi, verirken de öyle merhametli ve nazik sözlerle, öyle acıklı gözyaşlarıyla verdi ki, bunlar Oliver’ın ruhunda, şimdiye dek duyduğu bütün acılardan daha derine indi.
Doğduğu yerden çıkalı yedinci günün sabahı, Oliver, küçük Barnet şehrine topallayarak girdi. Panjurlar kapalıydı; sokak boştu, kimse uyanıp da sabah işlerine başlamamıştı daha. Işık, çocuğa sadece kendi yalnızlığını ve terk edilmişliğini belirtmeye yaradı ancak; yaralı ayaklarla, toz toprak içinde, bir evin kapısı önündeki basamağa oturmuştu.
Yavaş yavaş panjurlar açıldı, perdeler çekildi; o, bu, gelip geçmeye başladı. Aralarından bazıları durup Oliver’a bakıyordu, bazıları da hızla geçerken şöyle bir göz atıyordu sadece, ama kimse el uzatmıyordu, Oliver’ın nereden çıktığını soran olmuyordu. Dilenecek hâli yoktu, oturup kaldı oracıkta.
Bir süre öylece oturdu; meyhanelerin çokluğu şaşırtmıştı onu. Barnet’taki her iki evin biri meyhaneydi, ama küçük ama büyük. Gelip geçen arabalara bakıyordu dalgın dalgın, kendisinin tam bir hafta cesaretle davranmasını ve yaşından beklenmeyecek metîn bir tavır takınmasını gerektiren o uzun yolu, bu arabalarla katetmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordu; o sırada, az önce kendisine dikkat etmeden geçip giden bir çocuğun döndüğünü gördü; çocuk, Oliver’a bakıp duruyordu yolun karşısından. Oliver pek oralı olmadı ilkin; fakat çocuk, duruşunu değiştirmeden o kadar uzun bir süre kaldı ki öyle, Oliver başını kaldırıp gözlerini ona dikti. Bunun üzerine çocuk karşıya geçti, Oliver’a yaklaşıp “Merhaba arkadaş. Derdin ne?” dedi.
Küçük yolcuya hitap eden çocuk, Oliver’ın yaşındaydı, fakat Oliver’ın görmüş olduğu en acayip mahluktu; kısa, yukarı doğru kalkık burunlu, düz alınlı bir çocuktu, yüzünün başka çocukların yüzlerinden farklı bir yanı yoktu; bir çocukta görmeyi arzulayabileceğimiz kadar pisti, ama üstünde tam bir erkek havası vardı. Yaşına göre kısa boyluydu, bacakları epey çarpıktı, küçük, çirkin gözleri, keskin bakışları vardı. Şapkası öyle eğreti duruyordu ki, kafasında düştü düşecekti neredeyse; sahibi, ikide bir kafa atarak yerine getirmeseydi onu düşerdi de. Topuklarına kadar inen bir erkek paltosu giymişti. Kollarını yarıya kadar sıvamıştı, ellerini dışarıya çıkarabilmek içindi herhâlde, çıkarıp da pantolonunun cebine sokmak içindi; çünkü ellerini cebinden hiç çıkarmıyordu. Büyük bir adam gibi, cakalı, afili bir duruşu vardı.
“Ne o arkadaş, nen var?” dedi bu acayip küçük bey, Oliver’a.
“Çok açım, çok yorgunum.” diye cevap verdi Oliver, konuşurken gözleri dolu doluydu. “Uzun yoldan geliyorum. Yedi gündür yürüyorum.”
“Anladım.” dedi delikanlı. “Yedi gündür yürüyorsun ha. Gaga’nın yüzünden olacak. Ama…” diye ilave etti Oliver’ın şaşkınlığını görerek. “Gaga’nın ne olduğunu bilmezsin herhâlde, öyle değil mi arkadaşım?”
Oliver geçen kelimenin ekseri kuşların ağzını tarif ettiğini duyduğunu söyledi saf saf.
“Amma da toysun be!” diye bağırdı küçük bey. “Gaga demek hâkim demek yahu; Gaga’nın emriyle yürüdüğün zaman da dosdoğru gidemezsin, durmadan yukarı çıkarsın, hiç inmeden. Hiç değirmende bulunmadın mı?”
“Ne değirmeni?” diye sordu Oliver.
“Bayağı değirmen, öyle bir değirmen ki, kodese bile girebilecek kadar az yer kaplar; yel esmediği zaman daha iyi işler, çünkü çalıştıracak adam bulamazlar. Ama haydi yürü şimdi.” dedi küçük bey. “Tıkınacak bir şeyler istiyorsun demek? Gel o hâlde. Ben de az kokoz değilim ha… Ama bir iki paralık bir şeyler alabiliriz, sonra da bir çaresine bakarız. Haydi! Hadisene be! Yürü, kerkenez!”
Oliver’ın