Oliver Twist`in Maceraları. Чарльз Диккенс
ederken bir yandan şimdiye dek tanışmış olduğu herkesle uğraşıyordu.
Kahve olunca Yahudi kabı, ocağın kenarına çekti; birkaç dakika kararsız durakladı, ne yapacağını kestiremiyormuş gibi dönüp Oliver’a baktı ve adıyla seslendi. Oliver cevap vermedi, görünüşe bakılırsa horul horul uyuyordu. Bundan emin olduktan sonra Yahudi kapıya doğru seğirtti ve sürgüyü çekti. Oliver döşemedeki bir kapağın açılıp, içinden küçük bir kutu çıkarılarak masanın üstüne konduğunu duyar gibi oldu; derken Yahudi’nin, gözleri ışıldayarak içine baktığını gördü. Yahudi masaya eski bir sandalye çekerek oturdu. Kutudan, üstünde ışıl ışıl mücevherler olan, altın bir saat çıkardı.
“Hıh!” dedi Yahudi omuzlarını silkerek ve her çizgisiyle korkunç korkunç sırıtarak. “Aferin köpeklere, aferin, sonuna kadar dayandılar. Moruk papaza söylemediler nerede olduklarını bir türlü. Fagin’i ele vermediler! Ne diye versinler? Boyunlarına geçen düğümden kurtulacak değillerdi ya? Ne de ömürleri bir saniye daha uzardı. Hayır, hayır! Aslan çocuklar doğrusu, aslan çocuklar!”
Bu sözlerle ve buna benzer düşüncelerle Yahudi, saati, emin yerine yeniden koydu. Aynı kutudan, en az bir yarım düzine saat daha çıkardı, bu çıkışlar aynı zevkle takip olundu, bundan başka, kıymetli maddelerden, pahalı işçilikle yapılmış, öyle yüzük, bilezik, broş ve mücevherat çıktı ki Oliver ne adlarını biliyordu ne sanlarını.
Bu ufak tefek şeyleri yerine koyduktan sonra, Yahudi başka bir şey aldı eline, o kadar küçük duruyordu ki bu avcunun içinde, üstünde pek küçük bir yazı var gibiydi. Çünkü Yahudi onu masanın üstüne koyup, eliyle gözlerini gölgeleyerek, onu uzun uzun, ciddi ciddi inceledi, derken istediğini başaramamış gibi bıraktı, sandalyesinin arkalığına dayanarak hırıldamaya başladı:
“Ölüm cezası ne hoş şey! Ölüler asla nedamet çekmezler, ölüler hiçbir zaman garip hikâyeleri canlandırmazlar! Ne iyi oldu be! Beşi de bir sırada çekildi ipe! Ele verecek, kalleşlik edecek kimse kalmadı.”
Yahudi bu kelimeleri söylerken boş bakışlarla önüne bakmakta olan parlak kara gözleri, Oliver’ın yüzüne geldi, çocuğun gözleri dilsiz bir merak içinde onun gözlerine bakıyordu. Her ne kadar bu bakışın farkına varması kısacık bir an içinde olduysa bile -tahmin edilebilecek en kısa bir zaman içinde- ihtiyar Yahudi’nin gözlendiğini çakması için yeterdi. Kutunun kapağını çarparak kapadı; masanın üstünde duran ekmek bıçağını kapıp dehşet içinde atıldı, bir yandan da tir tir titriyordu. Bu öfke içindeki hâlinde bile, Oliver bıçağın titrediğini görüyordu.
“Ne yapıyorsun?” dedi Yahudi. “Ne halt etmeye gözlüyorsun beni? Ne diye uyanırsın? Ne gördün bakalım, konuşsana be! Hadi, yoksa gebertirim seni!”
“Uyuyacak fazla uykum kalmamıştı ki.” diye cevap verdi Oliver, boynunu bükerek. “Sizi rahatsız ettiysem özür dilerim efendim.”
“Bir saatten beri uyanık değil miydin sen?” dedi dehşetle kaşlarını çocuğa çatarak.
“Hayır, hayır, valla hayır!” dedi Oliver.
“Emin misin?” diye bağırdı Yahudi, eskisinden daha dehşetle tehdit ederek.
“Valla billa efendim!” diye cevap verdi Oliver ciddi ciddi. “Valla billa!”
“Neyse yavrum.” dedi Yahudi birden eski tavrına dönerek. Yerine koymadan bıçakla biraz oynamak istedi, sanki onu eline oynamak için almış gibi. “Elbette biliyorum, sadece şöyle bir korkutayım demiştim de. Aslan çocuksun sen! Ha, ha, ha! Aslan çocuksun sen, Oliver!” İhtiyar Yahudi, kıkır kıkır gülerek ellerini ovuşturdu. Ama yine de sıkkın sıkkın kutuya doğru bakıyordu.
“Şu güzel şeylerden hiç gördüğün oldu mu yavrum?” dedi Yahudi bir an durup, elini kutunun üstüne koyarak.
“Gördüm efendim.” dedi Oliver.
“Ya?” dedi Yahudi, biraz şaşırarak. “Şey, benim onlar Oliver; bütün varım yoğum şu bir avuç şey. İhtiyarlığımda bunlarla geçinmeye çalışacağım. O, bu cimri diyor benim için, cimri deyip çıkıyorlar.”
Oliver, ihtiyar beyin bu kadar saati olmasına rağmen, böyle pis bir yerde oturduğunu düşünerek bayağı cimri herhâlde diyordu kendi kendine; ama Düzenbaz ile öteki çocuklar için göstermekte olduğu yakınlık aklına geldiği için paralarını onlar için sarf edebileceğini tahmin ederek ihtiyar beye saygıyla bakıp yattığı yerden, kalkmak için müsaade istedi.
“Elbette yavrum, elbette kalkabilirsin.” dedi ihtiyar. “Dur, kapının yanındaki köşede bir su testisi var, al gel onu, sana bir leğen vereyim de yüzünü gözünü yıka yavrum.”
Oliver kalktı, odanın öte yanına gitti. Testiyi kaldırmak için bir an eğildi, başını çevirdiğinde kutu yerinde yoktu.
Yarım yamalak yüzünü yıkayıp ortalığı düzenledikten sonra, leğeni Yahudi’nin talimatına uygun olarak pencereden boşaltmıştı ki Düzenbaz geri geldi; yanında taptaze gencecik bir arkadaşı vardı, Oliver evvelsi gece onu tütün içerken görmüştü. Şimdi Charley Bates diye resmen tanıştırıldı ona. Düzenbaz’ın şapkasının içinde getirdiği birkaç sıcak sandviç, domuz ve kahveyle kahvaltı etmek üzere dördü de oturdu.
“Ne var ne yok bakalım?” dedi Yahudi, Düzenbaz’a hitaben; bir yandan da sinsi sinsi Oliver’a bakarak. “Bu sabah çalıştınız mı yavrularım?”
“Hem de nasıl?” dedi Düzenbaz.
“Ateş gibi.” dedi Charley Bates.
“Aferin çocuklar, aferin.” dedi Yahudi. “Ne getirdin bakalım Düzenbaz?”
“Bir çift cüzdan.” dedi küçük bey.
“İçi dolu mu?” dedi Yahudi iştahla.
“Oldukça.” dedi Düzenbaz; biri yeşil, biri kırmızı iki cüzdan çıkardı.
“Daha da ağır olabilirdi.” dedi Yahudi içini dikkatle gözden geçirdikten sonra. “Ama temiz iş, iyi bir elden çıkmış, öyle değil mi Oliver?”
“Çok güzel.” dedi Oliver. Mr. Charley Bates kahkahayla güldü buna. Oliver gülünecek hiçbir şey göremiyordu bunda.
“Sen ne getirdin bakalım?” dedi Fagin, Charley Bates’e.
“Mendil.” dedi Bates Efendi, dört adet mendil çıkararak.
“Hımm.” dedi Yahudi, dikkatle inceleyerek. “Çok iyi mal, çok iyi. İyi markayı koyamamışlar, markaları gözlü iğneyle çıkarılmalı, Oliver’a nasıl yapılacağını öğretiriz. Ne dersin Oliver ha? Hah, hah, hah!”
“Lütfederseniz.” dedi Oliver.
“Charley Bates gibi sen de kolaylıkla marka çıkarmak istersin, değil mi yavrum?” dedi Oliver’a.
“Çok isterim efendim, öğretirseniz eğer.” diye cevap verdi Oliver.
Bates Efendi, bu cevabı öyle gülünç buldu ki bir kahkaha daha koyuverdi, bu kahkaha içtiği kahveyle buluşunca ve yanlış bir yola girdiğinden neredeyse turfanda boğulmasına sebep olacaktı.
“Amma da toy be!” dedi Charley, kendine gelince, sanki nezaketsiz davranışı için topluluktan özür dilermiş gibi.
Düzenbaz bir şey söylemedi, sadece Oliver’ın gözleri üstüne düşen saçlarını düzeltti ve yavaş yavaş her şeyi öğreneceğini söyledi; bunun üzerine Oliver’ın yüzünün kızardığını gören ihtiyar Yahudi, konuyu değiştirdi ve o sabahki idam merasiminde kalabalık olup olmadığını sordu. Bu Oliver’ı daha da çok şaşırttı; çünkü çocukların verdikleri cevaplara bakılırsa