Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
olduğunu düşünüyordum ama onu katbekat aştığını, aynı nitelikte olmaması gerektiğini de hissediyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum aldım, ilkinden fazlasını bulamadım, üçüncü yudumumda ikincisinden de eser yoktu. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor gibi. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu çok açık. İksir onu benim içimde uyandırdı ama onu tanımıyor, tek yapabileceği, benim yorumlayamadığım, daha sonra kesin bir açıklama elde etmek için, en azından bozulmamış hâliyle tekrar emrimde bulmak istediğim bu tanıklığı gittikçe azalan bir şiddetle durmadan tekrarlamak. Fincanı bırakıp dikkatimi zihnime yöneltiyorum. Gerçeği bulmak ona düşüyor. Ama nasıl? Zihnin her seferinde kendini aştığı, hem araştırıcı hem de arayacağı karanlık dünyanın tamamı olduğu ve bilgi dağarcığının hiçbir işine yaramayacağı durumlarda hissedilen o hazin belirsizlik. Aramak? Yetmez. Yaratmak. Henüz var olmayan ve sadece kendisinin hayata geçirebileceği, sonra da ışığıyla aydınlatabileceği bir şeyle karşı karşıya zihnim.
Kendi kendime, verdiği mutluluğun ve diğer ruh hâllerini yok eden gerçekliğinin hiçbir mantıklı dayanağı olmayan bu bilinmez ruh hâlinin ne olduğunu sormaya başlıyorum yine. Onu tekrar ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Zihnimde, ilk yudumu aldığım o ana geri dönüyorum. Diğer ruh hâlini yeni bir aydınlanma olmadan tekrar buluyorum. Zihnimden biraz daha denemesini, kaçan o duyguyu bir defa daha geri getirmesini istiyorum. Bu duyguyu yakalamak için yapacağı hamlenin önünü hiçbir şey kesmesin diye bütün engelleri, ilgisiz düşünceleri aşıyor, kulaklarımı ve dikkatimi yan odadan gelen seslerle dolduruyorum. Ama tam tersine, az önce yasakladığım şeyi şimdi teşvik ediyor, başarısız olup yorulduğunu hisseden zihnimi başka şeyler düşünmeye, son bir denemeden önce kendini toparlamaya zorluyorum. Daha sonra ikinci kez, önünü tamamen açıyorum, hâlâ tazeliğini koruyan o ilk yudumun tadını koyuyorum karşısına da ve içimde çok derinlerde bir şeyin, isyan edercesine yer değiştirdiğini, yukarı çıkmak istediğini seziyorum; ne olduğunu bilmiyorum ama yavaş yavaş yükseliyor; katettiği mesafelerin direncini hissediyor, uğultusunu duyuyordum.
Benliğimin derinliklerinde böylesine çırpınan şey, bu tada bağlı olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel bir hatıra olmalı. Ama çok uzak ve çok karmaşık bir mücadele içinde; çalkalanan renklerin ele geçmez girdabının karıştığı belli belirsiz yansımayı ancak sezer gibi oluyorum fakat şeklini seçemiyor, bu tek tercümandan, akranı, yanından hiç ayırmadığı yoldaşı olan tadın tanıklığını bana tercüme etmesini isteyemiyor; ona hangi özel durumun, geçmişin hangi döneminin söz konusu olduğunu soramıyordum.
Bu hatıra, benzer bir anın çekiminin uzaklardan gelip benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, sarstığı o geçmişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı? Bilmiyorum. Artık hiçbir şey hissetmiyorum, o durdu, belki tekrar aşağı indi; kim bilir karanlığın içinden tekrar yukarı çıkacak mı? On defa daha tekrar başlayıp ona eğilmem gerekiyor. Ve her seferinde de bizi bütün zor görevlerden, önemli işlerden döndüren bu tembellik; bu çabadan vazgeçmemi, çayımı sadece o günkü sıkıntılarımı, ertesi günün zorlanmadan tekrarlanabilen arzularını düşünerek içmemi öğütledi.
Sonra ansızın o hatıra ortaya çıkıverdi. Combray’de pazar sabahları (o günler Missa8 saatinden önce çıkamadığımdan), günaydın demeye Léonie halamın odasına gittiğimde çayına veya ıhlamuruna batırıp bana verdiği madlenin tadıydı o tat. Küçük madlenin görünüşü, tadına bakmadan önce bana hiçbir şey anımsatmamıştı; belki o zamandan beri, pastane raflarında sık sık görüp yemediğimden görünüşü daha yakın geçmişteki günlere bağlandığı için Combray günlerinden ayrıldı; belki de uzun süre hafızanın dışında terk edilmiş olan bu hatıralardan geriye artık hiçbir şey kalmadığından her şey dağılmıştı; şekiller -ağırbaşlı, sofu kıvrımlarının altında muhteşem bir şehvet gizleyen küçük pastane istiridyesinin şekli de- ortadan kalkmıştı veya uyuşukluktan, bilince ulaşmalarını sağlayacak genişleme güçlerini yitirmişlerdi. Ne var ki uzak geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, sadece, daha kırılgan ama daha uzun ömürlü, daha manevi, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat; çok daha uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin enkazı altında hatırlanmaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulamayan damlacıklarının üstünde eğilip bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.
Halamın ıhlamura batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadını tanır tanımaz (bu hatıranın beni neden bu kadar mutlu ettiğini bilmediğim ve bunu keşfetmeyi daha sonraya erteleyeceğim hâlde) Léonie halamın odasının bulunduğu, sokağa bakan eski gri ev, annemle babam için yapılmış olan arkadaki bahçeye bakan küçük eve (o ana kadar gördüğüm tek kesite) bir tiyatro dekoru gibi gelip eklendi; evle birlikte kent, sabahtan akşama kadar, her mevsim, kahvaltıdan önce beni gönderdikleri meydan, alışveriş yaptığım sokaklar, hava güzel olduğunda yürüdüğüm yollar da yerlerini aldılar bu görüntünün yanında. Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kâseye attıkları silik kâğıt parçalarının suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu şu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki hem M. Swann’ın bahçesindeki tüm çiçekler, Vivonne Nehri’nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip boyut kazandı, bahçeleriyle bütün şehir fincanımdan taştı.
II
Paskalya’dan önceki son hafta Combray’ye gittiğimizde uzaktan, kırk kilometrelik çapta bir mesafeden, trenden gördüğümüz hâliyle Combray; kenti özetleyen, temsil eden, uzaklara onun adına ondan söz eden bir kiliseden ibaretti ve yaklaştığımızda rüzgâra karşı koyunlarıyla dolaşan bir çoban misali, Orta Çağ’dan kalma surların; primitiflerin tablolarındaki küçük kasabalar gibi mükemmel bir çemberle kuşattığı evlerin yünsü, gri sırtlarının koyu renkli uzun harmanisinin etrafında sımsıkı toplanmış olduğunu görürdük. Yörenin boz taşından yapılmış, önü merdivenli, kalkan duvarların gölgelediği evlerin sıralandığı sokaklar, güneş batar batmaz “salon” perdelerini açmayı gerektirecek kadar karanlık olduğundan Cambray’de yaşamak biraz iç karartıcıydı; büyük aziz isimlerine sahip sokaklardı bunlar (Birçoğu Combray’nin ilk senyörlerinin tarihçesiyle ilgiliydi.): Saint-Hilaire Sokağı, halamın evinin bulunduğu Saint-Jacques Sokağı, parmaklıkların önünden geçen Sainte-Hildegarde Sokağı ve bahçenin küçük kapısının açıldığı Saint-Esprit Sokağı; Combray’nin bu sokakları hafızamın öylesine ücra, benim gözümde şimdiki dünyanın renklerinden öylesine farklı renklere boyanmış bir bölgesinde bulunuyorlar ki aslında, onlara hâkim Meydan’daki kilise ve sokakların hepsi, sihirli fenerin görüntülerinden daha gerçek dışı geliyor bana; bazı anlarda şimdi Saint-Hilaire Sokağı’ndan geçmek, L’Oiseau Sokağı’nda -hava deliklerinden çıkan mutfak kokusu hâlâ ara sıra içimde aynı sıcaklıkta, aynı şekilde kesik kesik yükselen eski L’Oiseau Flesché Otelinde- bir oda tutmak, Öbür Dünya’yla, Golo’yla tanışıp Brabant’lı Genoveva’yla sohbet etmekten çok daha muhteşem, doğaüstü bir temas olurmuş gibi geliyor bana.
Büyükbabamın evinde kaldığımız kuzeninin -büyük halamın-kızı olan Léonie halam, kocası Octave eniştenin ölümünden sonra başlarda Combray’den sonra Combray’deki evinden, daha sonra odasından, en sonunda da yatağından çıkmaz; artık “aşağı inmez” olmuştu; sürekli tarifsiz bir acı, zafiyet, hastalık, sabit fikir ve ibadet hâli içinde yatıyordu. Özel dairesi, çok daha ileride (üç sokağın arasında,
8
Katolik Kilisesi tören müziği. Başlıca bölümleri “kyrie”, “gloria”, “sanctus” ve “benedictus”, “agnus dei”. (ç.n.)