Demir Yolu Çocukları. Эдит Несбит
gelmedi. Yanızca iyi bir şey yaptıklarını biliyorlardı. Nasıl yaptıkları ise arkadan geliyordu.
Roberta’nın yatağı annenin odasına götürülmüştü. Roberta gece birçok defalar kalkarak ateşi canlandırdı, annesine süt ve maden suyu sodası verdi. Anne epey sayıkladı fakat söylediklerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Bir defasında birdenbire uyanarak: “Anne anne!” diye seslendi. Roberta onun anneanneyi çağırdığını fakat bu çağırışın boşuna olduğunu onun, anneannenin öldüğünü unuttuğunu biliyordu.
Roberta sabah erkenden adının çağırıldığını duydu ve yataktan fırlayarak annesinin yanına koştu. Anne, “Ah evet, uykumda seslenmiş olacağım.” dedi, “Benim zavallı küçük yavrum, kim bilir ne kadar yorgunsundur. Sizi böyle sıkıntıya sokmaktan nefret ediyorum.”
“Ağlama benim tatlım. Bir iki güne kadar hiçbir şeyim kalmaz!”
Roberta, “Evet.” diyerek gülümsemeye çalıştı.
İnsan on saat taş gibi uyumaya alışır, ondan sonra da uyku vaktinde üç dört defa kalkarsa bütün gece sanki hiç uyumamış gibi olur. Roberta da bu yüzden şaşkın gibiydi, gözleri yanıyordu fakat odayı temizledi ve doktor gelmeden her şeyi düzene soktu.
Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi
Bu işler saat sekiz buçukta olmuştu. Doktor sokak kapısında, “İşler yolunda mı küçük hemşire?” diye sordu. “Konyağı aldın mı?”
Roberta, “Aldım.” dedi. “Küçük, yassı şişede.”
“Üzümleri ya da et suyunu göremiyorum ama…”
“Yarın göreceksiniz ama suyunu alabilmek için et kaynatıyoruz.”
“Kim söyledi sana böyle yapmanı?”
“Phyllis kabakulak olduğu zaman annem böyle yapmıştı da…”
“Doğru. Şimdi o yaşlı kadına söyle annenin yanında otursun. Sen de çok çok kahvaltı edip hemen yat ve öğle yemeğine kadar da uyu. Başhemşirenin hasta olmasını istemeyiz.”
Gerçekten çok iyi bir hekimdi bu.
09.15 treni o sabah tünelden çıktıktan sonra birinci mevki vagondaki yaşlı, kibar adam gazetesini dizlerine indirdi ve çitin üstündeki üç çocuğa elini sallamaya hazırlandı fakat bu sabah üç çocuk yoktu. Yalnızca bir çocuk vardı. O da Peter’di.
Üstelik Peter her zamanki gibi çitin üstünde de değildi. Bir hayvanat bahçesindeki hayvanları seyircilere gösteren ya da elindeki değnekle haritada bir yeri işaret eden bir kimse gibi çitin önünde duruyordu.
Peter bir şeyi de gösteriyordu. Gösterdiği şey ise çite çivilenmiş, büyük, beyaz bir çarşaftı. Üstünde iri iri siyah harfler vardı. Phyllis boyayı fazlaca sürdüğü için harflerin bazıları yayılmıştı ama kelimeler yine de kolaylıkla okunuyordu.
Trendeki yaşlı, kibar adamla daha birçokları, beyaz çarşaf üzerine iri iri harflerle yazılmış şu kelimeleri okudular:
Yoldaki bu yazıyı görmüş olanlar istasyona dikkat ettiler ama olağanüstü hiçbir şey göremediler. Yaşlı, kibar adam da istasyona dikkat etti. O da ilk ağızda çakıl döşeli peron, gün ışığı ve istasyonun yakınındaki bahçe şebboylarıyla unutmabeni çiçeklerinden başka bir şey göremedi.
Ancak tren puf puf edip yeniden yola çıkmak üzere kendine çekidüzen vermeye başladığı sırada Phyllis’i fark etti. Kızcağız, koşmaktan soluk soluğa kalmıştı.
“Oh!” dedi. “Sizi göremeyeceğimi sandım.” Boyuna ayakkabılarımın bağları çözüldü. İki defa basıp düştüm. Alın bunu.”
Tam tren yola koyulmuştu ki yaşlı, kibar adamın eline terden hafifçe nemlenmiş, sıcacık bir mektup tutuşturdu. Yaşlı, kibar adam oturduğu sıraya yaslanıp mektubu açtı. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
Adını bilmediğimiz Sayın Bay
Annemiz hasta. Doktor kendisine, mektubun sonunda yazdığımız şeylerin verilmesini istiyor. Fakat annemiz bunları alamayacağını, bize koyun eti almamız gerektiğini söylüyor. O da suyunu içecek. Burada sizden başka kimseyi tanımıyoruz çünkü babamız uzakta. Adresini de bilmiyoruz. Babamız size bunların parasını verir ama bütün parasını yitirdiyse ya da başka bir şey olduysa büyüdüğü zaman Peter verir. Size söz veriyoruz. Annemize gereken bu şeyler için size şimdiden çok teşekkür ederiz.
Paketi istasyon müdürüne verin lütfen çünkü sizin hangi trenle döndüğünüzü bilmiyoruz. Paketin kömür olayına çok üzülen Peter için olduğunu söyleyin, hemen anlar.
Bunlardan sonra da doktorun, alınmasını söylediği şeylerin listesi geliyordu.
Mektubu okuduktan sonra yaşlı, kibar adamın kaşları kalktı. İkinci kez okuyunca biraz gülümsedi. Mektubu cebine koydu ve The Times gazetesini okumaya daldı.
O akşam saat altı sularında evin arka kapısı vuruldu. Çocuklar açmak için koşunca demiryolları konusunda kendilerine bir yığın ilginç şeyler anlatmış olan dostları hamal ile karşılaştılar. Hamal, mutfağın yassı döşeme taşları üstüne büyük bir paket bıraktı. “Yaşlı, kibar adam, hemen sizi bulup bunu vermemi söyledi.” dedi.
Peter, “Çok teşekkür ederiz.” diye karşılık verdi. Hamal hemen gitmeyince de ekledi: “İsterdim ki babam gibi size para vereyim; ne yazık ki hiç param yok fakat…”
Hamal kızdı, “Bırakın bu sözleri şimdi.” dedi. “Ben başka şey düşünüyordum. Annenizin hasta olmasına üzüldüğümü söyleyecektim. Sağlığını soracaktım. Kendisine yaban gülü getirmiştim. Çok güzel kokar… Paranız yok haaa?..” Hamal, şapkasının içinden, daha sonra Phyllis’in “Tıpkı bir hokkabaz gibi.” dediği biçimde bir tutam yabangülü çıkararak Peter’e verdi. Peter, “Çok teşekkür ederim.” dedi. “Para sözü ettiğim için de beni bağışlayın.”
Hamal içtenlikle değil ama terbiyeli bir biçimde, “Zararı yok.” dedi ve gitti.
Bunun üzerine çocuklar paketi açtılar. En üstte saman, onun altında biraz talaş, daha altta da hem pek çok olarak, istedikleri şeylerle birlikte istememiş oldukları bir yığın şey daha vardı: Şeftaliler, Portekiz şarabı, iki tane piliç, karton bir kutu içinde uzun saplı, büyük, kırmızı güller; ince uzun, yeşil bir şişe içinde lavanta suyu; daha küçük boyda şişkin üç şişe kolonya… Bir de mektup vardı.
Mektupta şunlar yazılıydı:
“Sevgili Roberta, Phyllis ve Peter,
İstemiş olduğunuz şeyleri gönderiyorum, Anneniz bunları kimin gönderdiğini bilmek isteyecektir. Hastalığını duyan bir dostun gönderdiğini söylersiniz. İyileşince de her şeyi anlatırsınız elbette. Eğer size, bunları istemenizin doğru bir şey olmadığını söylerse benim, sizin bu tutumunuzu doğru bulduğumu ve isteklerinizi büyük bir kıvançla yerine getirdiğim için beni bağışlayacağını umduğumu kendisine söyleyin.”
Mektup