Demir Yolu Çocukları. Эдит Несбит
oturttular. Kahvaltı için kap kacağı hazırladılar. Aradıkları her şeyi bulamadılar ama söz gelişi, cam bir kül tablası mükemmel bir tuzluk oldu. Şöyle yenice bir fırın tepsileri olsaydı, ona da ekmek koyarlardı.
Yapabilecekleri daha başka bir şey kalmadığını görünce yeniden taze, parlak sabah aydınlığına çıktılar. Peter, “Şimdi bahçeye gideceğiz.” dedi.
Ama nedense bahçeyi bulamadılar. Evin çevresini dolanıp durdular. Arka yanı avlu kaplıyor, avlu boyunca ahırlar ve dış yapılar uzanıyordu. Evin öteki üç yanı da tarlalarla çevriliydi. Evi bu tarlalardan ayıran hiçbir şey yoktu. Bir akşam önce eve geldikleri zaman bahçe duvarını görmüşlerdi oysa.
Tepeleri bol olan bir topraktı burası. Aşağılarda demir yolu ve bir tünelin nar gibi açılmış ağzı görünüyordu. İstasyon görünürlerde yoktu. Ayak kemerleri vadinin bir ucunda uzanan büyük bir köprü vardı. Peter, “Bahçeyi boş verin!” dedi. “Aşağı inip demir yolu kıyısında bekleyelim. Geçen trenleri görürüz.”
Roberta alçak sesle, “Trenleri buradan da görürüz.” dedi, “Oturalım biraz.”
Otların arasından fırlamış büyükçe, yatık, boz renkli bir tasın üstüne oturdular. Tepenin yamacı boyunca bu taşlardan çok vardı. Kendilerini arayan anne, saat sekizde yanlarına geldiği zaman, onları, güneşin sıcaklığı altında, mutlu bir biçimde derin bir uykuda buldu.
Çocuklar ocakta güzel bir ateş yakmışlar, çaydanlığı da ateşin üstüne saat beş buçuk dolaylarında oturtmuşlardı. Saat sekiz olduğu zaman ise ocaktaki ateş sönmüş, çaydanlıktaki su kaynayıp kaynayıp tükenmiş, çaydanlığın dibi tutmuştu. Çocuklar kahvaltı sofrasını hazırlarken kap kacağı yıkamayı da akıl edememişlerdi. Anne, “Ama zararı yok.” dedi. “Yani, kap kacağın… Çünkü bir oda daha keşfettim… Unutmuştum ben böyle bir oda daha olduğunu. Nefis bir oda. Çay suyunu da tencerede kaynattım.”
Unutulan odaya mutfaktan geçiliyordu. Bir gece önceki telaş ve yarı karanlıktan oda kapısını dolap sanmışlardı. Dört köşe, küçük bir odaydı bu. Masasının üstüne de derli toplu bir biçimde söğüş et, ekmek, tereyağı, peynir ve bir pasta konmuştu. Peter, “Kahvaltı için pasta!” diye bağırdı. “İnanılır şey değil!”
Anne, “Ama bu senin sevdiğinden değil.” dedi. “Elma pastası. Biliyor musunuz, bütün bunlar dün gece hazırlanmış. Bayan Viney giderken bir de not bırakmış. Damadı kolunu kırdığı için eve erken gitmek zorunda kalmış. Bu sabah saat onda gelecekmiş.”
Kahvaltı nefisti. Kahvaltıya soğuk elma pastasıyla başlamak pek alıştıkları bir şey değildi ama pastayı söğüşe üstün tuttular. Peter biraz daha pasta istemek için tabağını uzatırken:
“Bu, kahvaltıdan çok öğle yemeği oldu.” dedi. “O kadar erken kalktık ki…”
Gün, sandık ve denkleri açmak, öteberiyi yerleştirmek için anneye yardımla geçti. Giyim eşyalarını, çanak çömleği ve daha bir yığın öteberiyi yerlerine taşırken altı küçük ayak da sağa sola koşmaktan bitkin düştü. Öğleden az sonra anne, “Evet.” dedi. “Bugünlük bu kadar yeter. Ben bir saat kadar uzanacağım ki yemek vakti bir tarla kuşu kadar neşeli olabileyim.”
Çocuklar bakıştılar. Üçünün de yüzleri aynı düşünceyi yansıtıyordu. Bu düşünce iki yönlüydü ve bir soru ile onun karşılığını kapsıyordu, “Nereye gidelim?”
“Demir yoluna.”
Böylece karar verilmiş oldu. Demir yoluna giderken de saklanmış olduğu yerde bahçeyi gördüler. Bahçe tam ahırların arkasındaydı. Dört bir yanı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Peter, “Boş verin şimdi bahçeyi!” diye bağırdı. “Annem bu sabah onun yerini söyledi bana. Yarma kadar bahçe bir yanda dursun. Biz demir yoluna gidelim şimdi.”
Demir yoluna giden yol bir inişteydi. Kısa çayırların örttüğü bu inişin orasından burasından da bir kurabiyenin tepesindeki şekerli meyve kabukları gibi katır tırnakları, boz ve sarı kayalar çıkmıştı.
Bu iniş sonunda dikleşiyor ve tahta bir çitle bitiyordu. Çitin ötesinde telgraf direkleri ve telleri, işaretler, pırıl pırıl parlayan çeliğiyle demir yolu uzanıyordu.
Çocuklar tahta çitin üstüne çıkmışlardı ki kendilerini demir yolu boyunca sağa, dik bir kayanın yüzünde açılan tünelin karanlık ağzına bakmaya iten gümbürtülü bir ses duydular. Az sonra tünelden acı acı bağırıp hırıldayarak bir tren çıktı. Gürültüyle yanlarından kayıp geçti. Çocuklar bu geçişin sarsıntısını bedenlerinde duydular. Tren geçerken demir yolundaki çakıllar da vagonların altında, yerlerinden oynayıp sesler çıkardı. Derin bir soluk alan Roberta, “Ohhh!” dedi. “Sanki koca bir canavar havayı yarıp geçiyor sandım. Alev saçan kanatlarıyla bizi yelpazelediğini fark ettiniz mi?”
Phyllis de, “Bir canavar ini de dışarıdan tıpkı bu tünele benzer, değil mi?” diye sordu.
Peter, “Yol alan bir trene böylesine yaklaşabileceğimizi hiç düşünmemiştim.” dedi. “Çok güzel bir sey bu.”
Roberta, “Oyuncak lokomotiflerden çok daha iyi, değil mi?”
“Bilmem ki… Onun da keyfi başka ama… Bütün bir tren amma da acayip ha! Ne de yüksek, değil mi?”
Phyllis, “Biz hep istasyonlardaki peronların ikiye böldüğü trenler gördük.”
Roberta, “Acaba bu tren Londra’ya mı gidiyordu?” diye söylendi. “Babamız Londra’da.”
Peter akıl verdi, “İstasyona gidip öğrenelim.”
Ve istasyona yöneldiler…
Demir yolu boyunca yürüyorlar; başlarının üstünde, telgraf tellerinin vızıltısını duyuyorlardı. İnsan trendeyken telgraf direkleri arasındaki açıklık öyle az görünür ve siz daha sayamadan direkler öylesine bir hızla birbiri ardına tellere asılır ki! Oysa yürürken telgraf direkleri hem daha azmış gibi gelir insana, hem de araları çok uzun sürer.
Ama, eninde sonunda çocuklar istasyona ulaştılar.
Daha önce içlerinden hiçbiri trene yetişmek, tren beklemek ve her seferinde bir an önce oradan uzaklaşmaktan başka istasyonlara karşı ilgi duymayan büyüklerin eşliğinde olmak dışında, böyle keyiflerince bir istasyonda bulunmamışlardı.
Daha önce hiçbiri, telleri görebilecek, makinenin sert, güçlü tıkırtılarından sonraki gizlemli “ping ping” sesini duyabilecek kadar bir işaret kulübesinin yakınından geçmemişti.
Keyifli bir gezi yolu olan rayların serildiği demir yolu traversleri, Roberta tarafından çabucak, köpürerek akan sel sularında atlama taşı görevi yapan bir oyun haline getirilmişti.
Sonra, istasyona bilet alınan yönden değil de korsanlar gibi peronun eğik yanından girmek… Bu da başlı başına bir keyifti.
Lambaların durduğu, duvarında Demir Yolu Takvimi olan ve bir gazetenin ardında yarı uyur yarı uyanık bir hamalın bulunduğu hamallar odasına şöyle bir göz atmak da keyifti.
İstasyonda birbirini kesen birçok hat vardı. Bu hatlardan bazıları sanki işten yorulmuş da artık emekliye ayrılmak istermişçesine alıştırma yerine uzanıyor ve orada kesiliyordu. Buradaki rayların üstünde yük vagonları duruyordu. Bir yanda da koca bir yığın kömür vardı. Ev kömürlüklerindeki gibi ulu orta bir yığın değildi bu. Yığın, kömürden bir yapı gibi yükseliyor, çevresini, tarihteki eski şehir resimlerini andırır biçimde, tuğlaya benzeyen iri iri kömür blokları tutuyordu. Bu kömürden duvarın tepesine yakın yerde de kireçle