Demir Yolu Çocukları. Эдит Несбит
saçıyor, dikiş makinesi bütün gün ve gece geç vakte kadar vızıldayıp duruyordu. Emma Teyze çocukların sere serpe ortalıkta dolaşmamaları gerektiği kanısındaydı.” Çocuklar ise pek öyle düşünmüyorlardı. Onlar, kendileri sere serpe dolaşırken Emma Teyze’nin ortalıkta görünmemesi gerektiği kanısındaydılar. Bu bakımdan birbirlerini pek az görüyorlardı. Çocuklar, Emma Teyze’yle birlikte olmaktansa çok daha eğlenceli buldukları hizmetçilerin arkadaşlığını tercih etmekteydiler. Aşçı, keyfi yerinde olduğu zamanlar komik şarkılar söylüyor; orta hizmetçisi, eğer kimseyi darıltmamışsa yumurtlamış bir tavuğu ya da bir şampanya şişesinin açılışını taklit ediyor, kavga eden kediler gibi miyavlayabiliyordu. Hizmetçiler, iki adamın babaya getirdikleri kötü haberin ne olduğunu hiçbir zaman çocuklara söylemediler ama isterlerse bu konuda çok şey söyleyebileceklerini belirttiler ki çok tedirginlik verici bir şeydi bu.
Bir gün Peter, banyo kapısının üstüne bir oyuncak bomba yerleştirmişti. Ruth, kapıdan geçerken bombanın patlaması üzerine, -bu kızıl saçlı sofra hizmetçisi- onu yakaladı. Kulaklarını çekerken öfkeyle, “Senin de sonun kötü olacak!” diye bağırdı. “Seni gidi pis bacaksız seni! Eğer aklını başına almazsan, sen de sevgili babanın gittiği yere gidersin. Unutma!” dedi.
Roberta, hizmetçinin dediklerini annesine söyledi. Ertesi gün Ruth’a da yol verildi.
Sonra öyle bir gün geldi ki eve dönen anne hemen yattı, iki gün kalkamadı. Doktor çağrıldı, çocuklar perişan bir durumda evin içinde dolaşırken dünyanın sonunun gelip gelmediğini düşündüler. Anne bir sabah, soluk yüzünde ilk defa beliren çizgilerle kahvaltıya indi. Elinden geldiği kadar gülümsemeye çalışarak, “Her şey yoluna girdi yavrularım.” dedi. “Bu evden ayrılıp köyde yaşamaya gideceğiz. Öyle sevimli, küçük, beyaz bir ev ki… Kesinlikle çok seveceksiniz.”
Bu sözleri, bir hafta süren telaşlı bir toplanma işlemi izledi. Bu, yazlığa giderken olduğu gibi yalnızca elbiselerin derlenip toplanması değildi. Sandalye ve masaların toplanması, bunların üstlerinin çuvallık bezlerle örtülmesi bacaklarının samanla sarılması gibi bir toplanmaydı.
Yazlığa giderken toplanması gerekli olmayan her şey toplandı. Tabaklar, yatak örtüleri, şamdanlar, halılar, karyolalar, tencereler, maşa ve kürekler bile…
Ev, bir eşya deposuna dönmüştü. Çocuklar bundan pek hoşlandılar sanırım. Annenin çok işi vardı ama çocuklarla konuşmak, onlara kitap okumak, hatta Phyllis elinde tornavidayla koşarken düşüp eline batması üzerine onu keyiflendirmek için birkaç satır şiir yazacak kadar bile vakit buluyordu.
Roberta, kırmızı, kaplumbağa kabuğundan yapılmış ve pirinç kakma olan güzel bir dolabı göstererek, “Bunu sarmıyor musunuz anne?” diye sordu.
Anne, “Her şeyi götüremeyiz.” dedi,
“Hep kaba saba şeyleri götürmüyor muyuz ama?”
“Bize gerekli olanları yanımıza alıyoruz. Bir süre için yoksulmuşuz gibi davranmamız gerekiyor yavrum.”
Bütün kaba saba ve yararlı şeyler toplanıp, yünlü yeşil kumaştan önlükler takmış adamlarca yük arabasına taşındıktan sonra iki kızla anne ve Emma Teyze, eşyalarının hepsi de güzel olan iki ayrı odada yattılar. Yatakların hepsi gitmişti. Oturma odasının kanepesi üzerine Peter için bir yatak hazırlandı.
Anne üstünü örtüp yanlarını sıkıştırırken Peter keyifle kıvıl kıvıl ederek, “Amma da keyif!” dedi. “Taşınmayı çok sevdim. Her ay taşınsak ne iyi olur.”
Anne güldü, “Hiç de iyi olacağını sanmam. İyi geceler Peter.”
Geri döndüğünde Roberta onun yüzünü gördü ve bir daha da unutamadı.” Yatağına girerken, “Oh anneciğim! diye kendi kendine fısıldadı. “Ne kadar cesursun. Ne kadar seviyorum seni. Yüzün böyle acı doluyken nasıl da gülebiliyorsun?”
Ertesi gün yığın yığın sandıklar dolduruldu. Akşama doğru da kapalı bir araba sandıkları alıp istasyona götürmek için geldi.
Onları Emma Teyze uğurladı. Kendileri de Emma Teyze’yi uğurladıklarını fark ettiler ve bundan hiç de üzüntü duymadılar. Phyllis, “Emma Teyze’nin dadılık yapacağı o zavallı, küçük yabancı çocukları düşünüyorum da…” dedi. “Bana dünyayı verseler onlarla birlikte olmak istemezdim.”
Önceleri pencereden dışarısını seyretmekle oyalandılar. Fakat karanlık arttıkça uyku bastırdı. Anne onları yavaş yavaş sarsarak, “Uyanın yavrularım, geldik.” sözleriyle uyandırdığı zaman hiçbiri ne zamandan beri trende olduklarını hatırlayamadı.
Üşümüş ve karamsar bir durumda uyandılar. Bagajları trenden indirilirken titreyerek rüzgârlı peronda bekleştiler. Lokomotif, soluyup puflayarak yeniden yola düştü ve vagonları peşinden sürükledi. Çocuklar, nöbetçi vagonundaki arka lambaların karanlıkta kayboluşunu seyrettiler.
Bu tren, çocukların o demir yolunda gördükleri ve giderek çok sevecekleri ilk trendi. Demir yolunu zamanla ne kadar seveceklerini, bunun nasıl yeni yaşantılarının bel kemiği olacağını ve kendilerine ne şaşırtıcı yenilikler getireceğini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Yalnızca titrediler, aksırdılar ve yeni evlerine ulaşmak için çok yol yürümek zorunda kalmamalarını dilediler. Peter’in burnu, o güne kadar hiç başına gelmedik bir biçimde üşümüştü. Roberta’nın şapkası buruşmuş, şapka lastiği sertleşmişti, Phyllis’in ayakkabı bağları çözülmüştü.
Anne, “Haydi çocuklar!” dedi. “Yürüyeceğiz. Burada araba yok.”
Karanlık ve çamur içinde bir yürüyüştü bu. Çocuklar pürüzlü yolda birkaç kez sendelediler. Phyllis bir seferinde boş bulunan bir çamur gölcüğüne düştü ve iyice ıslanmış olarak, mutsuz bir durumda çıkarıldı. Yol yokuş ve karanlıktı. Bagajların yüklenmiş olduğu iki tekerlekli yük arabası çok ağır yol alıyor, onlar da arabanın çamurlu tekerlek yollarını izliyorlardı. Gözleri karanlığa alışınca önlerinde bulanık bir gölge gibi iki yana sallanan sandık yığınını gördüler.
Yük arabasının geçmesi için uzunca bir çit kapısının açılması gerekti. Yol şimdi tarlalardan geçer gibiydi ve yokuş aşağı iniyordu. Derken sağ yanlarında büyük, siyah bir yumru göründü. Anne, “İşte ev!” dedi, “Panjurları neden kapattı acaba?”
Roberta, “Kim?” diye sordu.
“Evi temizlemesi, eşyaları bir düzene sokması ve akşam yemeğini hazırlaması için tuttuğum kadın.”
Alçak bir duvar, duvarın ardında da ağaçlar vardı. Anne, “Bu da evin bahçesi.” dedi.
Peter, “Bahçeden çok, kara lahana dolu eski bir küfeyi andırıyor.” diye karşılık verdi.
Yük arabası bahçe duvarı boyunca yol aldı, sonra evin arkasına döndü. Buradan gürültüyle büyük çakıl taşı döşeli bir avluya girdi ve evin arka kapısı önünde durdu.
Pencerelerin hiçbirinde ışık yoktu.
Herkes bir kere kapıya vurdu fakat gelen olmadı.
Yük arabasını süren adam, Bayan Viney’nin eve gitmiş olabileceğini söyledi, “Treniniz çok geç geldi.” diye de ekledi.
Anne, “Fakat evin anahtarı kendisinde!” diye karşılık verdi. “Ne yapacağız biz şimdi?”
“Anahtarı eşiğin altına bırakmıştır. Burada âdet öyledir.” Arabanın fenerini alarak eğildi, “Hah, burada işte! Dediğim gibi.”
Kapıyı açarak içeri girdi ve feneri masanın üstüne bıraktı, “Mumunuz