Erewhon’a İkinci Ziyaret. Samuel Butler
olabiliriz ama daha ileri gitmemeliyiz.” derlerdi.
Babamın algılamalarına geri dönersek, Erewhon’luların sadece kendisinin Nosnibor’larda sıkça açıkladığı takvimimizi benimsediklerini değil aynı zamanda bizim haftalarımızı da alıp bizim yaptığımız gibi pazarları tatil yaptıklarını algılamıştı.
Gelecek pazar havalanışının yirminci yılı anısına ona bir tapınak adayacaklardı; burada babamı ve eşini dört siyah ve beyaz atın sürdüğü at arabasıyla göğe yükselirken gösteren bir tablo olacaktı ancak Profesör Hanky olayda at değil sadece leylekler olduğunu söylemişti.
Burda babamın lafını keserek “Gerçekten leylek var mıydı?” diye sordum.
“Evet, Hanky’nin sözlerini duyar duymaz yaz aylarında Erewhon semalarında onları çok eğlendiren dört beş büyük leyleğin dönüşünü hatırladım.” dedi. “Bunu epeydir unutmuştum ama birden bu yaratıkların bilmedikleri bir tür kuş sandıkları balona doğru pike yapıp gök cisminin etrafındaki uydular gibi onun etrafında daireler çizdiklerini hatırladım.
Heybetli gagalarıyla balona saldırırlarsa diye korkmuştum çünkü o zaman her şey biterdi. Ya korktular ya da meraklarını giderdiler; öyle ya da böyle bizi rahat bıraktılar. Ama merkezden epey uzaklaşana kadar bize eşlik ettiler.”
Babamın eski kamp yerine dönerkenki düşüncelerine geri döneyim.
Profesör Panky’nin giysilerinin ters oluşuna gelince kendi eski giysilerini kraliçeye verdiğini hatırladı ve başsız korkuluktan daha iyi bir şeyde onları sergileyebileceğini düşündü. O korkuluğun yeri hiç değiştirilmediyse tersten gördüyse kralın ilk bakışta bunun ne olduğunu anlayamaması normaldi ve ilk bakışta neye benzettiyse ilk fikirlerinin son fikirleri olması olası olduğundan değişmesi de çok zor bir ihtimaldi. Ama bu durum hakkında daha çok şey öğrenmeliydi.
Ya saat? Makineler hakkındaki görüşleri de mi değişmişti? Ya da onun kullandığı bir makine ile ilgili bir istisna mı yapılmıştı?
Yram da annemle babam oradan ayrıldıktan kısa bir süre sonra evlenmiş olmalıydı. Yani şimdi belediye başkanının karısı ve görünüşe göre Sunchston’da -en azından artık onu böyle belirtmesi gerektiğine inanıyor- işleri kendi istediği şekilde yapabiliyordu. Çok şükür ki zengin olmuş! Onun özünde şüpheci olduğunu ve açık renk saçlı oğlunun şimdi başkorucu olduğunu bilmek çok ilginçti. Ya o oğlan? Daha yirmi yaşında! Evlilikten yedi ay sonra doğmuş!
Demek ki belediye başkanı da açık renk saçlıydı; ama neden o alçak herifler Yram’ın hangi ay evlendiğini söylemişlerdi? Eğer o ayrıldıktan hemen sonra evlendiyse ona hiç mektup yazmamış ya da göndermemiş olması bundan olabilirdi. Dua edelim de öyle olsundu.
Dedikodulara gelince eğer çocuğun iyi bir babası varsa kimin oğlu olduğunun ne önemi vardı?Ama yolda onunla karşılaşmadığım için mutluyum. Başka biri tarafından öldürülmeyi tercih ederim,diye düşündü babam.
Hanky ve Panky’ye gelince Bridgeford’un mantıksızlık okullarının en fazla sayıda bulunduğu kasaba olduğunu hatırladı; orayı ziyaret etmişti ama oraya “İnsanları şüphe altında olan şehir.” denildiğini unutmuştu. Besbelli onun profesörleri pazar günü toplanacaklardı; eğer bu iki profesör onu soysaydı bile onlardan aldığı bu kadar bilgiyle başını sokacak bir yer bulmuş olduğu için onları affedebilirdi.
Ayrıca, kendisine adanan tapınağı gördükten hemen sonra geri dönmeye karar verdiğinde ihtiyacı olacak kadar Erewhon parası da bulmuştu. Korulara izinsiz dönmenin ne kadar tehlikeli olduğunu biliyordu ama merakı üstün geldi ve bu tehlikeyi göze almaya karar verdi.
Heykelleri geçtikten hemen sonra bayır aşağı inmeye başladı, sabah oluyordu, yerler engebeli olduğundan atlaya sıçraya gitti. Eski kamp yerine beşten sonra ulaştı; bu, en azından, yokluğunda durduğunu fark edince ayarladığı saatine göre böyleydi.
Şimdi onu yanına almaması için hiçbir sebep yoktu, bu yüzden cebine koydu. Papağanlar onun heybesine, eyerine ve yularına saldırmıştı, bunu yapacakları kesindi ama çantaların içine girmemişlerdi. İngiliz giysilerini çıkardı ve giydi. Altın dolu çantalarını bölmelere yerleştirdi ama Erewhon parasını en yakın yere koydu.
Erewhon giysisini antika olarak saklama niyetiyle heybelere geri koydu; aynı zamanda saçındaki, yüzündeki ve ellerindeki boyayı tazeledi. Kendisine bir ateş yaktı, çay yaptı ve zaman kaybetmemek için yürürken yolduğu iki çift bıldırcını pişirip yedi. Sonra da uykusunu almak için yere uzandı.
Uyandığında bir saat değil iki saat uyumuş olduğunu gördü ki bu da iyiydi. Saat sekiz gibi geçidi tekrar tırmanmaya başladı. Bir an bile mola vermeden akşam gibi heykellere ulaştı. Bu sefer çetin bir rüzgâr vardı ve şiddetle uğulduyordu.
Onları da hızla geçti ve bıldırcınları yakaladığı yere geldiğinde önce korucu olduğunu tahmin ettiği bir adam gördü ama sonra kıyafetin yeterince ilginç şekilde ters olmadığını görünce onun kralın elemanlarından biri olduğunu anladı.
Babamın kalbi hızla attı, iznini çıkardı ve gülen bir yüzle karşısında duran korucuya doğru gitti.
Adamın hâlâ güler yüzlü ve açık renk saçlı olduğunu görünce babam “Sanırım siz başkorucusunuz, ben Profesör Panky ve bu da iznim.” dedi. “Kardeş profesörümün gelmesi engellendiği için gördüğünüz gibi yalnızım.”
Hanky’nin daha popüler olanı olduğunu anlayınca babam Panky’nin ismini kullanmayı tercih etmişti.
Genç adam izin belgesini şüpheyle incelerken babam da onu inceledi ve kendi geçmişini onda görerek onun kendi oğlu olduğundan şüphelendi. Delikanlı gerçekten her babanın gurur duyabileceği gibi biri olduğundan babam hislerini gizlerken çok zorlandı.
Onu kucaklayıp kim olduğunu haykırmak istedi ama çok iyi biliyordu ki bu olamazdı. Ondan sonra kendisiyle verdiği mücadeleyi anlatırken gözlerinden tekrar yaşlar boşaldı.
Bana “Kıskanma benim canım oğlum, seni de en az onu sevdiğim kadar içten seviyorum, hatta daha çok ama onu tanımam çok ani olmuştu ve beni sevimli, gençlik, sağlık ve dürüstlük dolu güler yüzüyle kendisine hayran etti.” dedi. “Senin zavallı annen hakkında çok konuşman hariç sana inanılmaz benzediğinden onu gördüğümde kalbimi heyecan sardı.”
Kıskanmamıştım; aksine bu delikanlıyı görmek ve onda her zaman sahip olmayı arzuladığım böyle bir kardeşi bulmayı istedim. Ama şimdi babamın hikâyesine döneyim.
Genç adam izin belgesini inceledikten sonra belgenin form şeklinde olması gerektiğini belirtti ve babama geri verirken ona nazik bir hoşnutsuzlukla baktı.
“Sanırım siz de Bridgeford’dan ve ülkenin her yerinden gelenler gibi pazar günkü adamaya geldiniz.” dedi.
Babam “Evet. Vay canına, burası amma rüzgârlı! İnsanın gözünü nasıl da sulandırıyor.” dedi ama boğazında öyle bir gıcıklamayala konuştu ki hiçbir rüzgâr esintisi bunu yapamazdı.
Delikanlı “Burasıyla heykeller arasında hiç şüpheli birileriyle karşılaştınız mı?” diye sordu. “Ben aşağıdaki ateşin küllerinin ordan geliyorum; bir ara orada üç adam oturmuş ve hepsi de bıldırcın yemiş. İşte burada onların tüyleri ve kemikleri var, bunları saklayacağım.” dedi. “Küller hâlâ sıcak olduğuna göre onlar gideli iki saatten fazla olmuş olamaz; gitgide daha cesur olmaya başladılar ateş yakmaya cüret edeceklerini kim düşünürdü ki? Sanırım siz kimseyle karşılaşmadınız; ama bir kişi bile görseniz haberim olsun.”
Babam kimseyle karşılaşmadığını