Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
başladığımız zaman bünyemizde somutlaşan kişilik neden bir önceki günkünden farklı bir kişilik olmaz? Yapılan tercihi neyin belirlediğini ya da milyonlarca insan arasından neden bir gün önceki kendimize elimizi uzattığımızı anlayamayız. Gerçek bir kesinti olduğunda -ister bilinçsizliğimiz tamamlanmış olsun ister rüyalarımız kendimizden tamamen farklı olsun- bize rehberlik eden nedir? Cidden bir ölüm yaşanmıştır; tıpkı kalbin atmayı bıraktığında ve dilin ritmik ovuşturmalarının bizi canlandırdığında olduğu gibi. Şüphesiz, daha önce sadece bir kez görmüş olsak bile oda, diğer eski hatıraların sarıp sarmaladığı anıları uyandırır. Yoksa şu anda farkına vardığımız bazı anılar da içimizde uyuyor muydu? Uyanışımızdaki diriliş -uyku denen o iyileştirici zihinsel yabancılaşma nöbetinden sonra- her şeyden önce bir ismi, bir dizeyi, unuttuğumuz bir nakaratı yeniden hatırladığımızda meydana gelen şeye benzer. Ve belki ölümden sonra ruhun dirilişi de bir hafıza olgusu olarak düşünülebilir.
Uykumu tamamladığımda, sonbaharın son sabahlarının güneşli havası beni cezbederken, kış başındaki aydınlık ve soğuk sabahların soğuğuyla hevesimi kırmaya yetiyordu; altın rengi ya da pembesi birkaç fırça darbesiyle havada asılı gibi görünen ağaçların tepesindeki yapraklara bakmak için kafamı yastığımdan kaldırıp, geceliğim hâlâ üstümde olduğu için gizlercesine boynumu dışarı doğru uzattım; başkalaşım sürecindeki bir koza misali farklı kısımlarıyla tek bir ortama ayak uyduramayan çifte bir yaratıktım; gözlerim için renk yeterliydi, sıcaklığa gerek yoktu; diğer bir taraftan göğsümün tek derdi sıcaklıktı, renk değil. Ancak şöminem yakıldıktan sonra yataktan çıkar, pembe ve altın rengi sabahın o narin, şeffaf resmini izlerdim; fakat şimdi pipo gibi yanan ve tüten şöminemi karıştırarak eksik olan sıcaklık unsurunu yapay yollarla sağlamış oldum; bir piponun bana vereceği türden hem maddi bir rahatlığı için hoyrat hem de onun ötesinde saf bir hayal şeklini aldığı için nefis bir his veriyordu. Giyinme odamın duvarları, üzerine siyah beyaz çiçeklerle süslenmiş yoğun kırmızı bir arka planın yer aldığı bir kâğıtla kaplıydı ve buna alışmakta güçlük çekiyormuş gibiydim. Nitekim beni alışılmışın dışında görüyorlar, beni çatışmaya değil onlarla temasa geçmeye zorluyor, sabahları giyinirkenki şarkılarımı bile değiştiriyorlardı; dünyaya dışarıdan bir gözle bakmak için beni bir çeşit gelinciklerin kalbine hapsetmeyi başardılar; ailemin evinden farklı bir görünüşe sahip, temiz havayla dolu bu yeni yaşam alanımdan, parlak ve güzel renkli paravandan, Paris’tekinden çok farklı görünüyordu. Bazı günlerde ortaya çıkan büyükannemi tekrar görme arzusuyla heyecanlanıyor ya da hasta olma ihtimalinin korkusuyla tedirgin oluyordum; bazı günler de Paris’te yarım bıraktığım, hiçbir ilerleme katedemeyen işlerimin anısını hatırlıyordum; bazı günlerde de burada bile dâhil olmayı başardığım bazı zorluklardan endişeleniyordum. Bu endişelerimden biri ya da birkaçı beni uyumaktan alıkoymuştu; fakat bir anda tüm varlığımı dolduracak şekilde büyüyen kederimle yüzleşecek gücüm yoktu. Ardından, Saint-Loup’ya bir mesaj iletmek üzere kışlaya bir haberci gönderdim: Müsait bir zamanında -onun için neredeyse imkânsız olduğunun farkındaydım- beni ziyaret etmesinden müteşekkir olacağımı söyledim. Bir saat sonra Saint-Loup geldi ve zil sesini duyunca tüm kaygılarımdan kurtulduğumu hissettim. Benim kaygılarım karşısında güçsüz olduğum kadar kaygılarım da Saint-Loup’nun karşısında güçsüzdü ve bütün dikkatimi onlardan uzaklaştırıp, kararı verecek olana yoğunlaştırdım. Odaya girdiği andan itibaren, şafak çökmeden önce çok fazla iş başardığı her hâlinden belli olan temiz esintisiyle sarıp sarmalıyordu beni; odamın pek de aşina olmadığı bu hayati atmosfere uygun davranışlarla bir çırpıda ayak uydurmuştum.
“Bu saatte rahatsız ettiğim için bana kızmadınız umarım; sizin de tahmin ettiğiniz gibi kafama takılan bir şey var.”
“Olur mu hiç! Sadece beni görmek istediğinizi düşünmüştüm ki bundan çok da mutlu oldum. Hatta beni çağırtmanıza da çok sevindim. Peki, ama sorun nedir? Kötü bir şey mi oldu? Yardımcı olabileceğim bir şey mi?”
Açıklamaları bir bir dinleyip dikkatlice cevaplar verdi; ne var ki daha dudaklarımdan kelimeler dökülmeden kendisini benim yerime koyardı; onu bu kadar hareketli, bu kadar uyanık, bu kadar mutlu yapan önemli işleriyle karşılaştırıldığında az evvel bir an bile dayanamadığım endişeler ona olduğu gibi, bana da önemsiz gelmeye başladı; günlerdir gözünü açamayıp doktor çağıran ve doktorun nazikçe göz kapağını kaldırıp altından çıkardığı kum tanesini gösterdiği anda iyileşen, rahatlayan hasta bir adamdan bir farkım yok gibiydi. Saint-Loup’nun göndermeyi üstlendiği bir telgrafla bütün dertlerim yok olurdu. Hayat bana çok farklı, çok keyifli görünüyordu ki ağzına kadar dolup taşan bir güçle harekete geçmek için can atıyordum.
“Şimdi ne yapacaksınız?” diye sordum Robert’e.
“Maalesef artık gitmeliyim; kırk beş dakika içinde intikale çıkacağız, başlarında olmam gerekiyor.”
“Buraya gelmeniz sizi sıkıntıya mı soktu?”
“Hayır, sıkıntıya sokmadı, Yüzbaşı bu konuda çok anlayışlı; özellikle söz konusu siz olduğunuzda gitmem için izin verdi; fakat yine de bu sözünü suistimal etmek istemiyorum.”
“Ben de bir çırpıda hazırlanıp intikal yapacağınız yere gelsem, benim için de çok ilginç bir tecrübe olurdu, hem belki molalarda da konuşabilirdik.”
“Tavsiye etmem; gözlerinizden uyku akıyor, en ufak bir önemi olmayan bir konuda beyninizi yiyip duruyorsunuz, madem artık bunlar sizi endişelendirmiyor, başınızı yastığınıza koyun ve güzel bir uyku çekin; uyku sorunundan arınmanın en etkili panzehri budur; yine de hemen uyumayın çünkü bizim marş söyleyen çocuklar tam pencerenizin altından geçecek, onlar geçtikten sonra sükûnete kavuşacaksınız; akşam yemeğinde görüşürüz.”
Saint-Loup’nun arkadaşlarının yemek masasında bahsini açtıkları askerlik meseleleri ilgimi çekmeye başlamıştı bu yüzden çok geçmeden, alayın saha intikalini seyretmeye gidecektim; o anda muhabbetin üstüne çeşitli komutanları yakından görmek hayatımın başlıca arzusu hâline gelmişti; tıpkı yaşamdaki tek gayesi müzik olan ve hayatını konser salonlarında geçiren bir insanın, orkestra mensuplarının hayatlarını geçirdiği kafelere gitmekten zevk alması gibi. Eğitim alanına ulaşmak için çok uzun yürüyüşler yapmam gerekiyordu. Akşam yemeğinden sonra bastıran uyku ara sıra bir baygınlık geçiriyormuşçasına başımı düşürüyordu. Ertesi sabah uyandığımda fark ettim ki askerlerin postallarından çıkan sesi bile duymamışım; tıpkı Balbec’te, Saint-Loup’nun beni Rivebelle’de akşam yemeğine götürdüğü gecelerin sabahında sahildeki konseri duymayışım gibi. Kalkmak istediğim andaysa yaşadığım hazdan ötürü yerimden kalkmakta zorluk çektim; kaslı ve besleyici kökleriyle (yorgunluğumun yarattığı bilinçle) derin, görünmez bir toprağa sıkı sıkıya bağlı bitkiler gibi hissettim. Enerji patlaması yaşayacak kadar güç dolu hissediyordum; önümde uzanan hayat daha canlı görünüyordu; çünkü Combray’de geçen çocukluğumun güzel yorgunluğuna, Guermantes’ta çıktığımız akşam yürüyüşlerinin ertesi sabahındaki hâlime dönmüştüm. Şairler, gençliğimizde yaşadığımız bir eve ya da bahçeye girdiğimizde, uzun zaman önce sahip olduğumuz benliğimize bir an için yeniden kavuştuğumuzu iddia ederler. Ancak bunlar, başarıyla olduğu kadar hayal kırıklığıyla da sonuçlanabilen çok tehlikeli ziyaretlerdir. Farklı dönemlere ait sabit yerleri kendi içimizde bulma arayışımız daha verimlidir. Bunu, büyük bir yorgunluğun ardından iyi bir gece uykusuyla elde edebiliriz. İyi bir gece, bir gece öncesinden hiçbir yansımanın, iç monoloğu aydınlatacak hiçbir hafıza parıltısının gelmediği yer altındaki uykunun en derin mahzenlerine bizi indirmek