Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
izlediğim olmuştu. Bu zamanlarda otele dönüşüm nasıl mutluluk vericiydi ama! Yatağa girdiğimde, atalarımızın sevdiği on yedinci yüzyıl ‘romanslarına’ konu olan cadılardan, büyücülerden nihayet kaçmış gibi hissederdim. O geceki uykumun ve miskin sabahının, büyüleyici bir peri masalından eksik kalır yanı yoktu. Büyüleyici olduğu kadar güzeldi de. Kendime, en şiddetli ızdırapların bile bir sığınağı olduğunu, her başarısızlıkta yaslanabilecek bir kişinin muhakkak olduğunu hatırlattım. Bu düşünceler beni alıp uzak diyarlara götürdü.
Saint-Loup’nun görevli olmamasına rağmen kışlada kalmak zorunda olduğu günlerde, sık sık onu ziyarete giderdim. Yolum uzundu; kasabanın dışına çıkmam ve her iki tarafından da muazzam bir manzaraya sahip viyadüğü geçmem gerekiyordu. Bu yüksek yerde neredeyse her zaman sert bir rüzgâr eser ve bir rüzgâr mağarası misali sürekli uğuldayan kışlanın üç tarafına inşa edilmiş binaları doldururdu. Robert’in -bir görevle meşgul olduğunda- odasının kapısında ya da yemekhanede bekler, pencereden üç yüz fit aşağısındaki yer yer çıplak, çoğu zaman yağan yağmurun ıslaklığının hâlâ olduğu, güneş ışınlarıyla aydınlanan, yakın zamanda ekilmiş tarlaların yarı saydam mine berraklığı ve parlaklığında yeşil şeritler hâlinde ışıldayan araziye bakıp beni tanıştırdığı bazı arkadaşlarıyla (ki daha sonra, Robert olmadığı zamanlarda bile ara sıra onları ziyarete gittim) sohbet ederken, Robert’in konusu açılırdı ve onun ne kadar sevildiğini çok geçmeden anlayabilmiştim. Diğer bölüklere mensup zengin iş adamlarının oğulları ya da yüksek aristokratik topluma yalnızca dışarıdan ve onun muhafazasına girmeden bakan birçok gönüllü, Saint-Loup’nun karakteri hakkında bildiklerinden dolayı hâliyle ona karşı sempati duyarlardı; cumartesi akşamları Paris’e geçtiklerinde, onu Café de La Paix’de Uzès Dükü ve Orléans Prensi’yle bir şeyler yudumlarken gören birkaç genç adamın söyledikleri de bu duyguyu pekiştirirdi. Bu nedenle, Robert’in yakışıklı yüzünde, gündelik yürüyüşünde, selam veriş tarzında, daima dağılan gözlüğünü düzeltişinde ve üniformasının -aşırı yüksek keplerinde, çok ince ve pembemsi tondaki bir kumaştan yapılma pantolonunda- etrafa saçtığı etkide bir ‘nüans’ bulurlardı; alaydaki en iyi subaylarda hatta kışlada kalmama ayrıcalığını borçlu olduğum görkemli Yüzbaşı’da bile bu gösteriş yoktu, Saint-Loup’ya kıyasla sıradan biri gibi duruyordu.
İçlerinden biri, Yüzbaşı’nın yeni bir at aldığını söyledi. “İstediği kadar at satın alsın. Pazar sabahı Akasya Caddesi’nden geçerken Saint-Loup’ya denk geldim; ata biniş tarzında bir asalet vardı!” diye yanıtladı öteki ve onun aslında neyi kastettiğinin de farkındaydı; çünkü bu genç arkadaşlar, aynı hanedanlığa mensup insanlarla görüşmeyip, para ve boş zaman sayesinde, paranın satın alabileceği her türlü zarifliği deneyimlemek konusunda asillerden pek de bir farkları yoktu. Her hâlükârda onların zarifliği, örneğin giyim konusunda, Saint-Loup’nun büyükannemin çok hoşuna giden o serbest ve umursamaz tarzından çok daha özenli, çok daha kusursuzdu. Bu büyük borsacıların, bankerlerin oğulları, tiyatro çıkışında istiridye yerken, hemen yanlarındaki bir masada astsubay Saint-Loup’yu görmek oldukça heyecan vericiydi. Ve hafta sonu izninin ardından, pazartesi gecesi kışlada anlatacak ne hikâyeler çıkmıştı ama: Robert’in bölüğünden birisini ‘aşırı kibarca’ selamlaması, başka bölükte olmasına rağmen bir diğer asker de kendisini tanıdığından emindi, her ne kadar monokl gözlüğünü iki üç defa düzeltip bakışlarını kaçırmadan ona bakmış olsa da Saint-Loup onu da tanımıştı.
“Evet, kardeşim onu Paix’de görmüş.” dedi. İzin gününü metresiyle birlikte geçiren bir başkası; “Ayrıca üzerine bol gelen, hiç uyumlu olmayan bir frak giydiğini de söyledi.”
“Yeleği nasılmış?”
“Yeleği beyaz değilmiş; mormuş; üzerinde palmiyelere benzer desenler varmış; hayret verici!”
‘Kıdemli olanlar’ (Jokey Kulübü’nü hiç duymamış ve Saint-Loup’yu ultra zengin astsubaylar kategorisine koyan, iflas etmiş olsun ya da olmasın, belli bir tarzda yaşayan, gelirleri ya da borçları birkaç haneli sayıları bulan ve askerlerine cömert davranan herkesi bu kategoriye koyan bu ülkenin evlatları), Saint-Loup’nun yürüyüşü, monokl gözlüğü, pantolonu, keplerinde herhangi bir aristokratik taraf göremeseler bile, yine de bunları anlamlı ve ilginç bulurlardı. Bu özelliklerde, alayın ‘çizgilileri’26 arasında oldukça popüler olan bir zamanlar niteledikleri karakteri ve tarzını buluyorlardı; eşi benzeri olmayan davranışları, üstlerinin ne düşündüklerine karşı sergilediği umursamazlığıyla astlarına, temiz yürekliliğin bir sonucu gibi görünüyordu. Askerî gazinodaki sabah kahvesi, öğleden sonra koğuşta ‘uzanma’, kıdemli bir asker aç, tembel bir mangaya Saint-Loup’nun geçit törenindeki kepiyle alakalı ilgilerini çekecek bir haber verdiğinde, bu aktiviteler daha keyifli hâle gelirdi.
“Bavulumun yüksekliğindeymiş.”
“Abartma sen de moruk! Buna inanmamızı beklemiyorsun herhâlde! Bavulun kadar olamaz.” diye araya girdi üniversite mezunu bir genç; böyle argo terimleri kullanarak ‘okumuş bir sünepe’ gibi görünmemeye ve bu çıkışı yaparak onu büyüleyen bir düşüncenin gerçekliğini teyit etmeyi umuyordu.
“Ne yani! Bavulum kadar büyük olamaz, öyle mi? Anlaşılan ölçmüşsün! Tabur komutanı onu disiplin koğuşuna atmak istercesine bakıyormuş diyorum sana. Fakat bu durum bizim şanlı Saint-Loup’nun hiç umurunda değilmiş; kafasını sağa sola hareket ettirerek bir aşağı bir yukarı gidiyor, bir yandan da yamulan monokl gözlüğünü düzeltiyormuş. Yüzbaşı duyunca kim bilir neler söyleyecek. Muhtemelen hiçbir şey söylemeyecektir ancak hoşuna da gitmeyecektir kesin. Aslında bu şapkası o kadar da muhteşem değil. Kasabadaki evinde otuzdan fazlası olduğunu duydum.”
“Bunu nereden duydun moruk? Komutanın yaltakçısı olan o onbaşından mı?” diye sordu genç mezun ukalaca bir tonda, yeni edindiği ve konuşmasını süslemekten gurur duyduğu yeni konuşma biçimiyle.
“Bunu nereden mi duydum? Emir erinden tabii, ne sandın!”
“Hah! Bana bunlarla gel. Onun da tuzu kuru tabii!”
“Onu bilemem! Cebinin benimkinden daha dolu olduğu kesin! Üstelik bütün eşyalarını ona veriyor, her şeyini. Yemekhanedeki en güzel yemekler ona veriliyor. Hatta Saint-Loup gidip aşçıya: “Emir erimin iyi beslenmesini istiyorum, parası umurumda değil, anlıyor musun?” demiş.
Kıdemli asker, üslubunun vurguladığı sözlerin önemsizliğini, muazzam bir başarıya sahip olan anlatıcının zayıf taklidiyle telafi ediyordu.
Kışladan çıktığımda ufak bir gezintiye çıkar, ardından güneş batar batmaz, Saint-Loup’yla arkadaşlarının her akşam yemek yediği otelde buluşana kadar birkaç saatim olduğundan dinlenerek ve kitap okuyarak zaman öldürmek için otelime geri dönerdim. Akşam güneşi meydandaki kalenin gözcü kulelerini kiremit rengiyle uyumlu küçük pembe bulutlarla donatıyor, ışığın kapladığı kiremitler tonunu yumuşatarak renk ahengini tamamlıyordu. Canlılık akımı sinirlerime öylesine nüfuz etti ki, benden kaynaklanan hiçbir hareket onu tüketemezdi; attığım her adım, kaldırımın bir taşına değdiği anda geri sekiyordu. Topuklarımda Merkür’ün kanatları varmış gibi hissediyordum. Çeşmelerden biri kırmızı bir parıltıyla ışıldarken, diğerindeyse ay ışığı çoktan suyu rengârenk bir hâle bürümeye başlamıştı. İkisinin arasında çocuklar tıpkı ebabiller veyahut yarasalar misali saate aldırış etmeden tiz sesleriyle çığlık atarak oyun oynuyorlardı. Otelin bitişiğinde, şimdi içinde Tasarruf Sandığı ve Kolordu Karargâhının bulunduğu Ulusal Mahkemeler ve XVI. Louis’nin serası gaz alevli lambaların soluk
26
Burada çizgililer diyerek ordunun rütbe sınıfında en alt kademede bulunan onbaşı ve çavuşları kastetmiştir. (ç.n.)