Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
içindeki yerini alır; seslerin dirilişi sanki melek korolarının okuduğu ilahiler gibi gelir kulağımıza. Boş sokaklar, bir anlığına şarkı söyleyen tramvayların dönen tekerlerinden çıkan pır pır sesleriyle dolar. Yatak odasının kendisinde bile hasta adam, Prometheus gibi ateşi yaratamasa da ateşin sesini yaratır. Pamuk tıkaçlarının sayısını azalttığımızda ya da arttırdığımızda, dış dünyanın yankılanan sınırlarına eklediğimiz iki pedalın birine sonra ötekine değişmeli olarak basıyormuş gibi oluruz.
Şu var ki, geçici olmayan ses bastırmaları da vardır. Tamamen sağır olan birisi, yatmadan önce bir bardak sütü bile ısıtamaz, her saniye gözü üstünde olmalı, yaklaşan kar fırtınasını andıran açık kapaktaki beyaz arktik yansımaları görünce bu uyarıcı işaretlere biat edip (Tanrı’nın dalgaları geri çektiği gibi) elektrik bağlantısını kesmesi mantıklı bir hareket olur; çünkü kaynayan sütün kabaran baloncukları sarsıntılı bir şekilde yükselip yanlardan zirve noktaya kadar ulaşır, kaymağı alınmış yüzeyi denize açılan bir teknenin yelkeni gibi şişer, teknenin dışına dökülen inci taneleri misali birazı sürüklenir; eğer elektrik fırtınası zamanında dindirilirse, yelkenler kendi üzerine düşüp azalan gelgitle manolya yapraklarına dönüşür. Fakat hasta adam gerekli önlemleri almakta elini çabuk tutmazsa, hemen ardından, yükselen süt dalgaları kitaplarını ve saatini boğacak; seçkin bir devlet adamı ya da ünlü bir yazar olmasına rağmen, ona beş yaşındaki bir çocuktan daha fazla zekâya sahip olmadığını söyleyen yaşlı hemşireyi çağırmak zorunda kalacak. Sair zamanlarda büyülü odada bizimle kapı arasında, az evvel orada olmayan bir adam beliriverir; sözlü iletişimden pek hoşlanmayan kişiler için çok huzur verici olsa da tıpkı kukla gösterisindeki bir figür gibi sadece el hareketleri yapan bu kişi içeri girdiğini duymadığımız bir ziyaretçidir. Tamamen sağır olan bu adam, bir duyu kaybının, dünyaya güzellik kazandırdığını düşünerek sesin henüz yaratılmadığı âdeta cennet gibi bir dünyada mest olmuş şekilde dolaşır. En yüksek şelaleler, cennetin ırmaklarını andıran kristal şeritler hâlindeki cama benzeyen denizden daha durgun olan gözleri için şölen sergiler. Sağır olmadan önce ses onun için hareketlerin sebebiyle süslenmiş somut şekillerdi, sessiz hareket eden nesnelerse sebepsiz hareket ediyorlarmış gibi görünür; tüm yankılanan niteliklerinden yoksun kaldıktan sonra, kendiliğinden bir aktivite sergiler, canlı görünürler. Kendiliğinden hareket ederler, dururlar, yanarlar. Tarih öncesi zamanlardaki kanatlı canavarlar misali kanatlanıp gözden kaybolurlar. Sağır adamın yalnız ve komşusu olmayan evindeki işler, hastalığının henüz başlarında daha tedbirli, daha sükûnet içinde yapılırken, artık sessizce, dilsizler tarafından âdeta peri masallarındaki kralın sarayında olduğu gibi ustalıkla yapılıyor. Sağır adamın pencereden baktığında gördüğü bina -kışla, kilise ya da belediye binası- tıpkı sahnede olduğu gibi yalnızca dekordan ibaretti. Bir gün yerle yeksan olursa, bir toz bulutu yayılacak ve geriye sadece birkaç moloz kalacaktır; o kadar az olmasa da sahnedeki bir saraydan bile daha az malzemesi olduğundan, ağır taş blokların düşmesi, egemen olan sessizliğin saflığını herhangi bir sesin bayağılığıyla kirletmesine imkân vermeden büyülü evrenin zeminiyle bir olacaktır.
Beklediğim küçük kışla odasında hüküm süren göreceli sessizlik çok geçmeden bölündü. Kapı açıldı ve Saint-Loup monokl gözlüğünü düşürerek içeri daldı.
“Ah Robert’ciğim, insan kendisini burada çok rahat hissediyor, burada yemek yiyip uyumama izin verilseydi ne kadar güzel olurdu.” dedim ona.
Şüphesiz mevzuata aykırı olmasaydı, hüzünle tatlandırılmamış olan huzuru burada tadabilirdim, zamanın eylem şekline büründüğü kışla denen o büyük cemiyet, gaflete düşmüş binlerce ruhun, bakımsız ve kontrol edilen binlerce iradenin koruduğu bu huzur, ihtiyat ve mutluluk havasını himayesi altına almış, dışarıda hüzünle çalan çanlar yerini, savaş çağrısında bulunan borazanlara bırakmıştı; borazanların çınlayan hatırası, güneş ışığında süzülen kum taneleri gibi şehrin sokaklarında hayat buluyordu; herkesin duyacağından emin olunan aynı zamanda müzikal bir çınlamaydı; çünkü bu yalnızca otoriteye boyun eğmenin değil mutluluğa yol gösteren bilgeliğin de emriydi.
“Yani otele tek başınıza gitmektense burada benimle kalmayı mı tercih ediyorsunuz?” diye sordu Saint-Loup gülümseyerek.
“Ah, Robert, bu konuda dalga geçmeniz hiç hoş değil.” diye savunmaya geçtim; “Bunun imkânsız olduğunu, orada ne kadar perişan hâle geleceğimi siz de çok iyi biliyorsunuz.”
“Öyle mi! Beni şımartıyorsunuz!” diye cevapladı. “Bu gece burada kalmayı tercih edeceğiniz öncesinden aklıma geldi. Yüzbaşı’ya sorduğum şey de tam olarak buydu.”
“İzin verdi mi peki?” diye haykırdım.
“İtiraz bile etmedi.”
“Ah! Ona hayranım!”
“Hayır, o kadar da abartmayın. Durun, şimdi emir erimi çağırayım da akşam yemeğimizin icabına baksın.” diye ekledi, ben gözyaşlarımı saklamak için arkamı dönerken.
Saint-Loup’nun birbiri arkasına içeri giren arkadaşları yüzünden birkaç kez konuşmamız yarıda kesiliyor, Saint-Loup’ysa onları tekrar tekrar kovuyordu.
“Çık dışarı. Defol!”
Kalmalarına izin vermesini istedim.
“Hayır, gerçekten olmaz, içinizi bayarlar; hepsi kültürsüz insanlar, tek bahsettikleri şey at yarışı ya da ahırdır. Üstelik onları odamda istemiyorum; dört gözle beklediğim bu değerli anı mahvetmelerine izin vermeyeceğim. Fakat onların kafasız olduğunu söylediğimde sakın askerî alanda da öyle olduklarını düşünmeyin. Katiyen öyle değiller. Burada görev yapan bir binbaşı var, gerçekten harika bir adam. Bize bir keresinde askerlik tarihini bir ispatı, bir cebir problemini anlatır gibi anlatmıştı. Estetik açıdan bile, eline su dökemeyeceğimiz hem tümevarımsal hem de tümdengelimli ilginç bir güzelliğe sahiptir.
“Bu gece burada kalmama izin veren komutan o değil mi?”
“Hayır, Tanrı’ya şükür o değil! Bu kadar önemsiz bir şey için ‘taptığınız’ adam yeryüzünde var olan en ahmak kişidir. Bir tek yemekhane ve teçhizatların teftişinde mükemmeldir, başçavuş ve terzi ustasıyla saatler geçirir. İşte böyle bir zihniyete sahip bir insan. Bunlar bir kenara, buradaki herkes gibi, size bahsettiğim mükemmel binbaşıya büyük nefret duyar. Mason olduğu ve günah çıkarmadığı için kimse onunla konuşmaz. Borodino Prensi asla böyle bir adamı evinde ağırlamazdı. Büyük-büyükbabası küçük bir çiftçi olan ve Napolyon Savaşları olmasaydı muhtemelen kendisi de çiftçi olacak bir adam için büyük cüretkârlık. Sosyetedeki belirsiz konumundan bihaber değildi aslında. Jokey Kulübü’ne de nadiren gidiyor, kendisi o konularda da berbat olduğundan, sözüm ona prens.” diye ekledi, aynı taklitçi tutumla kâh öğretmelerinin toplumsal teorilerini kâh akrabalarının dünyevi ön yargılarını benimsediğinden, farkında olmadan insanlığın demokrasi aşkıyla imparatorluğun asaletini hor görmeyi birleştiren Robert.
Yengesinin fotoğrafına bakıyordum; bu fotoğrafın Saint-Loup’ya ait olduğunu bildiğimden, belki bana verebileceğini düşünmem Saint-Loup’yu daha fazla sevmemi sağladı; bunun karşılığında ona binlerce kez teşekkür etsem bile az kalırdı. Çünkü bu fotoğraf, Mme. de Guermantes’la o zamana kadar olan karşılaşmalarımdan yeni biri daha idi; dahası bu karşılaşma epeyce uzundu, sanki ilişkimizde ani bir adım atmışız, Mme. de Guermantes hasır şapkasıyla yanımda durmuş ve ilk defa (şimdiye kadar onun geçişinin hızlılığı, izlenimlerimin şaşkınlığı, hafızamın kusurlu olmasından hiç gün yüzüne çıkmayan) o dolgun yanaklarını, o kıvrımlı boynunu, o sivrilen kaşlarını