Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
için Guermantes’tan geldi.” diye düşündü Mme. de Cambremer hayranlıkla. Swann’ın M. de Charlus’le ortak olarak kullandığı belirsiz jargonuyla, “Düşes Paris’teki en asil ruhlardan biri aynı zamanda en ince en seçkin toplumun kaymağıdır.” dediğini hatırladı. Hayal ettiğim hayatı yaşayan, isimlerini Guermantes, Bavyera ve Condé’den alan iki kuzenin düşüncelerini düşünen bense (Onları gördükten sonra suretlerini böyle atfedemezdim.) dünyanın en ünlü eleştirmenindense Phèdre hakkında görüşlerini merak ediyordum. Çünkü eleştirmenin yorumlarında yalnızca zekâ bulabilirdim, benimkinden daha üstün fakat aynı türden bir zekâ. Ne var ki Guermantes’ın Düşesi’yle Prensesi’nin ne düşündüklerini -bu iki şiirsel yaratığın doğası hakkında paha biçilmez bir ipucu verecek bir düşünce- isimlerinin yardımıyla hayal ediyor, orantısız bir çekicilik bahşediyordum; Phèdre hakkındaki görüşleri, tıpkı Guermantes tarafında dolaştığım bir akşamüstü vaktinin cazibesi gibi bana yol göstermeliydi; ateşler içindeki zavallı bir adamın susamışlığıyla, hasretiyle.
Mme. de Cambremer, kuzenlerinin tam olarak nasıl giyindiklerini anlamaya çalışıyordu. Bana kalırsa, kıyafetlerinin kendilerine özgü olduğundan hiç şüphem yoktu; yalnızca kırmızı yakalı ya da mavi kaplamalı nişanların bir zamanlar özellikle Guermantes ve Condé hanelerine ait olması gibi, aynı zamanda bir kuşun tüylerinin, güzelliğinin yanı sıra bedeninin bir parçası olması gibi. Bu iki hanımın kıyafetleri bana, içsel faaliyetlerinin kar beyazı ya da renkli bir maddeleştirmesi gibi görünüyordu; Guermantes Prensesi’nin yaptığı hareketleri gördüğümde zihnimde, onun nezdinde gizli fikre karşılık geldiklerine dair en ufak bir şüphe oluşmadığı gibi alnından aşağıya doğru süzülen tüylerinin ve kuzeninin pırıltılı korsesinin, her birinin özel bir anlamı, yalnızca ona ait olan, önemini öğrenmek için can attığım kişisel bir niteliği varmış gibi görünüyordu; tavus kuşunun Juno’dan20 ayrılamadığı gibi cennet kuşu da onu takan kişiden ayrılamaz gibi geliyordu bana, tıpkı Minerva’nın taşıdığı parlak ve saçaklı kalkanını başka hiçbir kadının taşıyamayacağı gibi. Gözlerimi soğuk, cansız alegorilerle boyanmış tiyatro salonunun tavanından daha çok bu locaya çevirdiğimde, sanki normal zamanda örten bulutların mucizevi bir şekilde dağılması sayesinde, kızıl bir kubbenin altında, cennetten inen iki sütunun arasındaki, berrak ışıkla aydınlanan bir bölgede bulunan tanrılar meclisinin insanların piyesini seyrettiğini görür gibi oluyordum. Bu kısa kutsanmayı ölümsüzler tarafından tanınmıyor olmanın bende hissettirdiği kısmen avutma duygusunun rahatsızlığıyla seyrediyordum; Düşes aslında bir keresinde kocasıyla birlikteyken beni görmüştü fakat bunu hatırlaması imkânsızdı ve locasındaki konumu nedeniyle aşağıya, halkın bulunduğu koltuklara bakıp isimsiz, alelade topluluk olarak nitelendirmesi beni rahatsız etmiyordu, zira şahsiyetimin onların arasında yok oluşu beni mutlu hissettiriyordu, bazı optik yasaların zorlamasıyla, bir çift mavi gözün telaşsız akımında, bireysel varoluştan yoksun, tek hücreli hayvan olan benim bulanık görünüşüm renk bulduğu anda, gözleri aydınlatan bir ışık gördüm; tanrıçalıktan kadına dönüşen ve bana o anda bin kat daha güzel görünen Düşes, locanın korkuluğunda duran beyaz eldivenli elini kaldırdı, bana doğru işaret etti, dostluk simgesi olarak el salladı; bakışlarım, prensesin gözlerindeki alevlerle, kendiliğinden oluşan parıltıyla karşılaştı; kuzeninin bu şekilde kimle selamlaştığını görmek için başını çevirmesi, istemsizce gözlerini ateşe vermeye yetmişti; beni hatırlayan Düşes ise tebessümünün ışıltılı ve ilahi sağanağını üzerime yağdırdı.
Artık her sabah, düşesin dışarı çıkacağı saatinden epey önce yolumu uzatarak genellikle geldiği sokağın köşesinde oyalanıyor, geliş zamanı yaklaştığı zaman ters yöne bakarak yukarı çıkıyor, kendisiyle aynı hizaya gelince de gözlerimi sanki onunla karşılaşmayı hiç beklemiyormuşçasına ona çeviriyordum. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk birkaç sabah kaçırmadığımdan emin olmak için evinin karşısında bekledim. Bahçe kapısı her açıldığında (beklemediğim pek çok insan birbiri ardına çıkarken) kapının takırtısının dinmesi uzun zamanımı alan titreşimler serisi hâlinde kalbimde atmaya devam ediyordu. Hiç tanımadığı ünlü bir aktrisin kapısı önünde sırf görebilmek için saatlerce bekleyen hiçbir hayran, bir katili ya da bir kahramanı, cezaevinden ya da saraydan duyulan her seste aşağılamak ya da omuzlarına alıp sevinç naraları atmak için bekleyen hiçbir taparcasına seven ya da öfkeli kalabalık, benim bu asil hanımefendinin çıkışını beklerken kapıldığım heyecanı hissetmemiştir; sade kıyafetiyle, (bir salona ya da bir locaya girerken sergilediği yapmacık yürüyüş tarzından oldukça farklı) yürüyüşünün zarafetiyle sabah yürüyüşünü -o esnada benim gözümde dünyada ondan başkası yürümüyordu-en güzel süslerle, mevsimin en göz alıcı çiçekleriyle zarafetin her şeklinin tasvir edildiği bir şiire dönüştürmeyi bilirdi. Fakat üçüncü günden sonra, kapıcının kurduğum tezgâhları anlamaması için, düşesin olağan rotasından çok daha uzak bir noktaya gittim. Tiyatroya gittiğim o akşama kadar havanın güzel olduğu günlerde öğle yemeğinden önce böyle ufak gezintilere çıkardım; yağmur yağdığında da güneşin ilk parıltısını görür görmez kendimi dışarı atardım; güneş ışığının altın bir cilaya dönüştürdüğü hâlâ ıslak olan kaldırımda, bronzlaşmış gri bir sise eşlik eden yaldızlanmış tozlu bir kavşaktan yansıyan ışıltılar aniden yolumu aydınlattığında, birkaç adım gerisinden gelen mürebbiyesi ya da beyaz önlüklü sütçü kızıyla yürüyen bir kız öğrencisi gözüme çarptı, olduğum yerde kalakaldım, çoktan bilmediğim bir hayata adım atan kalbimin üzerine elimi bastırdım; kızın (bazen takip ettiğim) gözden kaybolduğu ve tekrar ortaya çıkmadığı sokağı, saati ve kapının numarasını aklıma getirmeye çalıştım. Neyse ki, tekrar görmek için çaba sarf edeceğime dair kendime sözünü verdiğim bu değerli imgelerin geçici doğası, hafızamda herhangi bir canlılıkla çakılmalarını engelliyordu. Her şeye rağmen, hasta oluşuma, bir işe, bir kitaba başlama cesaretini bulamayışıma daha az üzülürdüm; Paris sokaklarının Balbec’in etrafındaki yollar gibi, Méséglise ormanlarında açan, her biri yalnızca kendini tatmin etmeye muktedir görünen, şehvetli bir arzu yaratan anlamlandırılamamış güzelliklere sahip bu çiçeklerle donatıldığını öğrendiğimden beri hayat artık bana daha ilginç bir deneyim, dünyaysa yaşamak için daha güzel bir yer gibi geliyordu.
Opéra-Comique’den eve döndüğümün ertesi sabahında, birkaç gün içinde yeniden görmeyi umut ettiklerimin listesine, uzun boyuyla, yüksek tüylü ipeksi tacıyla, altın sarısı saçlarıyla, kuzeninin locasından bana gönderdiği tebessümdeki güzellik vaadiyle Mme. de Guermantes’ı da ekledim. Françoise’ın bana söylediği gibi Düşes’in rotasını takip edecek, aynı zamanda birkaç gün önce gördüğüm iki kızla tekrar karşılaşmanın umuduyla, okul ve din kursunun dağılışını kaçırmamaya çalışacaktım. Fakat bir yandan da Mme. de Guermantes’ın ışıldayan gülümsemesinin bende bıraktığı hoş hissi hatırlıyordum. Ne yaptığımı tam olarak bilmeden, uzun zamandır sahip olduğum, Albertine’in soğukluğunun, Gisèle’in vakitsiz ayrılışının, onlardan önce de Gilberte’den isteyerek ve fazla uzun süren ayrılışımın serbest bıraktığı (örneğin bir kadın tarafından sevilme, onunla ortak bir hayata sahip olma düşüncesi) şairane düşüncelerin yanında (tıpkı bir kadının, kendisine hediye edilen mücevher kaplı düğmelerin elbisesinde nasıl duracağına bakması misali) bu hislere yer bulmaya çalışıyordum; daha sonra bu düşünceleri sokakta görmüş olduğum iki kızdan birinin ya da diğerinin görüntüsüyle ilişkilendiriyor, hemen ardından Düşes’in anısına uyarlamaya çalışıyordum. Bu düşünce, zihnimdeki Mme. de Guermantes’ın Opéra-Comique’deki anısıyla kıyaslayınca
20
Roma mitolojisinde Juno olarak bilinen Hera’nın en önemli simgesi tavus kuşudur. (ç.n.)