Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
sıra çok sonradan edindiği tuhaf uysallığı ve gösterinin ortasında herkesi ayağa kaldırmanın vermiş olduğu, tıpkı ustaca bir araya getirilmiş basitlik, utangaçlık ve şaşkınlığın yansıdığı o muzaffer gülümsemesiyle, beyaz muslinlere19 bürünen Guermantes Düşesi locaya giriş yapmasının ardından dosdoğru kuzeninin yanına yönelmişti; ön sırada oturan sarı saçlı genç bir adamı hürmetle selamladıktan sonra mağaranın girintilerinde yüzen mitolojik deniz canavarlarına doğru dönerek bu Jokey Kulübü’nün yarı tanrılarına -o anda yerinde olmayı en çok istediğim kişiler onlardı, özellikle M. de Palancy- eski ve samimi arkadaşa söylenen türden “İyi akşamlar.” diledi; son on beş yıl boyunca onlarla olan ilişkilerinin günlük sekansına bir gönderme yaparcasına yaptı bunu. Arkadaşlarına yönelttiği bu gülümser bakışının, tek tek ellerini sıkarken ki masmavi parıltısının gizemini hissediyor fakat çözemiyordum; bu bakışın prizmasını parçalara ayırıp kristallerini inceleyebilseydim, o anda belirgin hâle gelen bilinmeyen yaşam formunun temel niteliğini açığa çıkartabilirdim. Guermantes Dükü, parıldayan monokl gözlüğüyle, dişlerinin ışıltısıyla, karanfilinin ve kıvrımlı papyonunun beyazlığıyla ve tüm bunları daha belirgin hâlde gözükmesini sağlayan kaşları, dudakları ve takımının koyuluğuyla, karısını izliyordu; başını hareket ettirmeden düz bir şekilde omuzlarına koyduğu uzanan eliyle aşağıdaki canavarlara oturmalarını emrettikten sonra güzel genç adama hürmetlerini gösterdi. Söylentilere göre Düşes, ‘mübalağa’ diye adlandırdığı şeylerle dalga geçtiği kuzeninin (Düşes’in ihtiyatlı ve tipik Fransız bakış açısındansa Cermen şiiri ve coşkusuna doğal olarak başvurduğu bir isimdir.) bu akşam, Düşes’in ‘giymiş’ olacağını düşündüğü kostümlerden birini giyeceğini tahmin etmişti ve ona zevk konusunda bir ders vermeye kararlı gözüküyordu. Prenses’in başındaki tacından, boynuna kadar uzanan şahane, yumuşacık tüylerle kaplı, inciler ve deniz kabuklarıyla süslenmiş vualet yerine, Düşes saçına yalnızca basit bir sorguç takmıştı; kemerli burnunun, öne çıkmış gözlerinin üzerinden yükselen bu sorguç bir kuşun tepesindeki tüylerini andırıyordu. Boynu ve omuzları, kuğu tüyünden yapılma yelpazesinin çarptığı kar beyazı muslin kıyafetleri arasından ortaya çıkıyor bir yandan da elbisesinin altındaki, sayısızca pullarla süslenmiş (muhtemelen ya parlak metal boncuklarla ya da küçük incilerle) korsesi tam bir İngiliz hassaslığıyla sarıyordu tüm bedenini. Ancak iki kostüm birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, Prenses, kuzenine oturmakta olduğu koltuğu verdikten sonra birbirlerine sundukları minnettarlıkları görülüyordu.
Ertesi gün Mme. de Guermantes, Prenses’in takmış olduğu, biraz fazla karmaşık olan başörtüsüne atıfta bulunurken muhtemelen hafifçe gülümseyecek fakat hiç şüphesiz, çok güzel göründüğünü ve harika bir şekilde yapıldığını söylemeyi ihmal etmeyecekti; kuzeninin giyim tarzını kendi zevklerine göre biraz soğuk, biraz sade, biraz ‘kişiye özel’ olduğunu düşünen Prenses ise, bu katı sadelikte muazzam bir incelik bulacaktı. Üstelik ikisinin arasında var olan uyum, yetiştirilirken uygulanan evrensel ve önceden belirlenmiş cazibe yalnız kıyafetlerinde değil, tavırlarındaki tezatlığı da ortadan kaldırıyordu. Tarzlarının incelikleri arasında oluşan görünmez çizgi şeklindeki mıknatıslarla Prenses’in açık sözlü doğallığı aniden duruveriyor, öte yandan diğer taraftaki Düşes’in muntazam doğruluğu bu çizgilerle gevşeyip, tatlı ve büyüleyici bir hâl alıyordu. Tıpkı şu anda oynanmakta olan oyunda, Berma’nın ortaya çıkarttığı kişisel şiirselliğin ne kadar olduğunu anlamak için, onun oynadığı ve yalnızca onun oynayabileceği rolü bir başka oyuncuya verilmesinin gerektiği gibi, keza kafasını kaldırıp balkona bakan bir seyirci, iki küçük locada, Guermantes Prensesi’nin yaptığı basit bir ‘düzenleme’ ile Morienval Baronesi’ni garip, gösterişli ve görgüsüz gösterdiğini, diğer locadaysa, Guermantes Düşesi’nin kıyafetlerini ve tarzını taklit etme çabası içinde bulunan, pahalı olduğu kadar zahmetli olmasını umursamayan Mme. de Cambremer’i, saçlarını diklemesine yerleştirdiği kuzgun tüyleriyle sevimsiz, kuru, sipsivri, kaskatı saçları olan taşralı kız öğrencilerine benzediğini görebilirdi. Belki de Mme. de Cambremer’in ait olduğu yer bir tiyatro değildi; dönemin en gözde yıldızlarıyla dolup taşan localar (aşağıdan bakıldığında içlerine insandan çiçeklerin doldurulduğu, pelüş kaplı bölmeleri bir arada tutan kırmızı kadifeden bir kordonla bağlanmış büyük sepetleri anımsatan en üst kattaki localar bile) yakın bir zamanda yerini; ölümlerle, skandallarla, hastalıklarla, kavgalarla oluşan geniş bir manzaraya bırakacaktı, fakat bu akşam dikkat, sıcaklık, baş dönmesi, toz, kurnazlık ve bıkkınlık nedeniyle durgundu; tabiri caizse, geriye dönüp bakıldığında, bir bombanın patlamasından ya da bir yangının ilk alevinden önceki anı anımsatan, sonu gelmeyen bilinçsizce bir bekleyişin ve sakin bir uyuşukluğun hâkim olduğu o anı yaşıyordu.
Mme. de Cambremer’in orada bulunmasının sebebi, gerçek kraliyet şahsiyetleri gibi züppelikten yoksun Parma Prensesi, bunun karşılığında, sanat olduğuna inandığı şeylere duyduğu zevkle kalbinde eşit bir yer tutan hayırseverlik tutkusu ve gururuna sahip olduğundan, Mme. de Cambremer gibi yüksek soylu sosyetesinin bir parçası olmayan ancak çeşitli hayırseverlik konusunda bağlantılı olduğu kadınlara burada birkaç loca hediye etmişti. Mme. de Cambremer gözlerini Guermantes Düşesi ve Prensesi’nden alamıyordu; onun için bu çok kolaydı çünkü her ikisi de birbirlerini tanımadığından, çıkarları için bakıyor izlenimi oluşmuyordu. Oysa son on yıldır yorulmak bilmeyen bir sabırla yürüdüğü hedef bu iki büyük hanımın ziyaretçi listesine dâhil olmaktı. Bu hedefine muhtemelen beş yıl sonra ulaşabileceğini hesaplamıştı. Ama bildiğini sandığı -tıbbi bilgisiyle gurur duyduğundan- amansız bir hastalığa yakalanmış olduğundan, bu kadar uzun yaşayamayacağından korkuyordu. En azından bu akşam, pek tanımadığı tüm bu kadınların onu, kendilerinden bir erkeğin yanında göreceği düşüncesi bile mutlu ediyordu, her iki toplulukla da iletişim hâlinde olan genç Beausergent Markisi ve Mme. d’Argencourt’un erkek kardeşi, ikinci çevrenin kadınlarıyla, birinci çevredekilere hava atmaktan zevk alırlardı. Marki, Mme. de Cambremer’in arkasına, diğer locaları daha iyi görebilmek için açılı olarak yerleştirilmiş bir koltuğa oturdu. Oradaki herkesi tanıyor, onlara selam vermek için, güzel kıvrımlı bedeninin karşı konulamaz cazibesiyle ve güzel, altın sarısı saçlı başı, dimdik vücuduyla oturduğu yerden ayağa kalktı, deniz mavisi gözlerinden parlayan bir tebessüm, saygıyla karışık tarafsızlığıyla, sarayın ihtişamlı asil soylularının tasvir edildiği, dört tarafı özenle oyularak çevrelenmiş ve duvara açılı olarak yerleştirilmiş bir resmi anımsatıyordu. Mme. de Cambremer ile oyuna gitmek için bu davetleri sık sık kabul ederdi. Tiyatro salonunda, dışarıda, lobide etrafını saran gösterişli dostlarının kalabalığı arasında cesurca onun yanında dururdu; bunu yaparken onlarla konuşmaktan kaçınırdı sanki birlikte olmalarından utanırcasına. Böyle anlarda Guermantes Prensesi, Diana gibi güzel ve çevik olan emsalsiz bir pelerinin kıvrımlarıyla ardında iz bırakarak, bütün başların ona doğru dönüp her göz onu takip ederken (bilhassa Mme. de Cambremer’in gözleri), M. de Beausergent, prensesin göz kamaştırıcı ve dost canlısı gülümsemesini, yanındaki hanımefendiyle konuşması sırasında zoraki, baskı altında, terbiyeli yetiştirilmiş ve samimiyeti belli bir noktada rahatsızlık verebilecek bir adamın soğukluğuyla geçiştirmişti.
Mme. de Cambremer locanın prensese ait olduğunu önceden bilmeseydi, yine de Guermantes Düşesi’nin, ev sahibesine karşı kibarlıktan ödün vermemek için sahnedeki ve salondaki gösteriye sergilenen yoğun ilgiden onun konuk olduğunu söyleyebilirdi. Fakat bu merkezkaç kuvvetle eş zamanlı olarak, aynı girişken arzunun üretildiği eşit ve zıt bir güç tüm dikkati kendi kıyafetine, tüyüne, kolyesine, korsesine çekmeye yeterdi ve ayrıca Prenses’e
19
Adını ilk üretildiği yer olan Musul’dan alan düz dokuma bir pamuklu kumaş tipi. (ç.n.)