Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст

Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap - Марсель Пруст


Скачать книгу
gibi, bütün bunlar da mutlak dünyayı terk etmiş, diğer şeylerden bir farkları kalmamıştı, tüm bunları idrak edebiliyorum çünkü oradaydım; oyuncular tanıdığım insanlarla aynı öze sahip insanlardı, artık yüce ve özgün bir öz oluşturmayan Phèdre’in bu satırlarını mümkün olan en iyi şekilde seslendirmeye çalışan insanlardı; dizeler ise her şeyden ayrı, bir parçası oldukları Fransız şiir külliyatına geri dönmeye hazırdı. İnatçı ve etkin arzumun nesnesi artık mevcut olmamasına rağmen, yıldan yıla değişen fakat sürekli ani dürtülerle etkisini gösteren aynı eğilimler, tehlikeyi umursamadan varlığını sürdürdüğü için derin bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Hasta yatağımdan kalkıp bir sayfiyeye ya da başka bir yere Elstir’in bir resmini ya da bir Orta Çağ halısını görmek için yola çıktığım gün, Venedik seyahatime başladığım güne ya da Berma’yı dinlemeye gittiğim güne ya da Balbec’e gitmek üzere yola çıktığım güne o kadar çok benziyordu ki, fedakârlığımın anlık nesnesinin kısa bir süre sonra hiçbir tesirinin kalmayacağını daha gitmeden hissediyor, şu anda uğruna saatlerce uykusuz kalıp acı çekmeyi göze aldığım bu duvar halılarının, bu tabloların yanından geçsem bile bakmak için durmayacağımı biliyordum. Nesnenin istikrarsızlığından çabamın ne kadar boş olduğunu, aynı zamanda daha öncesinde fark etmediğim kadar engin olduğunu anladım; tıpkı sinir hastası birisine yorgun olduğunu söyleyerek yorgunluğunun iki kat artması gibi. Bu arada düşlerim, onunla bir bağlantısı olan her şeyi ayırt ediyordu. Ve her zaman belirli bir tarafa çekilen, tek bir hayale odaklanan en dünyevi arzularımda bile harekete geçirici başlıca etken, bir fikirdi. Uğruna hayatımı ortaya koyacağım bu fikrin merkezindeyse bütün öğleden sonra Combray’deki bahçede oturup kitap okurken kurduğum hayallerde olduğu gibi mükemmellik düşüncesi yatıyordu. O zamanlar Aricie, Ismène ve Hippolyte’nin konuşma ve tavırlarındaki dikkatimi çeken sevgi ya da öfkenin kasıtlı ifadelerine karşı öncesinde beslediğim türden bir hoşgörüye artık sahip değildim. Oyuncuların istedikleri şey -bu arada yine aynı sanatçılar- yine aynı akıllı hareketleriyle, kâh önceden hesaplanmış belirsizlik ya da şefkatli ses tonlarıyla cümleleri dile getirmek kâh hareketlerine trajik çeşitliliği ya da yalvarıcı yumuşaklığı katmaktı. Tonlamaları çıkan sese: “Nazik ol, bir bülbül gibi şakı, okşarcasına, kur yaparcasına.” ya da “Şimdi öfkeden patla.” diye emirler veriyor ve ardından coşkun telaşlarıyla birlikte onları da alıp götürmeye çalışarak sesin üzerine hücum ediyorlardı. Ancak diksiyonlarından bağımsız, asi olan sesler, maddi kusurları ya da cazibesiyle, gündelik bayağılığı ya da yapmacık tavırlarıyla, değiştirilemez biçimde oyuncuların doğal sesi olmaya devam ediyor, tekrarladıkları dizelerde yer alan duygunun bile değiştirmeye gücünün yetmeyeceği bir akustik ya da sosyal olgu bütünlüğünü sahneliyordu.

      Benzer şekilde oyuncuların jestleri de kollarına, elbiselerine: “Görkemli olun.” diyordu. Fakat bu emirlere itaat etmeyen uzuvların her biri, rol hakkında hiçbir şey bilmeyen omuzla dirsek arasındaki bir pazı ile hava atmasına izin veriyorlardı; günlük hayatın önemsizliğini ifade etmeye ve Racine’i anımsatan incelikler yerine kas bağlantılarını önemli hâle getirmeye devam ediyorlardı; kolların taşıdığı kumaş parçalarıysa, yer çekimi kanunlarına uygun olarak yeniden düşey çizgi üzerine yere düşüyordu. O sırada, yanımda oturan ufak tefek kadın haykırdı:

      “Tek bir alkış bile yok mu! Hiç böylesini gördünüz mü? Gerçi çok yaşlanmış, bu rolü oynayamaz; yıllar önce emekli olmalıydı.”

      Yanımda oturanların ıslıklı protestolarının üzerine, öteki iki genç adam, kadını sakinleştirmeyi başarmışlardı, artık öfkesi yalnızca bakışlarındaydı. Kaldı ki bu öfke yalnızca başarıyı, şöhreti teşvik edebilirdi; çünkü tonla para kazanan Berma borç içinde yüzüyordu. İş ya da sosyal randevularına gidemediğinden, Paris’in her sokağında özür dileklerini iletmek için koşturan habercileri, önceden ayırtılmış ancak hiçbir zaman kalmadığı otel odaları, köpeklerini yıkadığı okyanus esansları, tüm yapımcılarına sözleşmeyi ihlal ettiği için ödeyeceği yüklü tazminatları vardı, daha ciddi masrafları ve Kleopatra kadar şehvetli olmasa bile telgraflarda, iş adamlarının şehirlerinde ve krallıklarda varlığını israf etmenin yollarını bulurdu. Ancak ufak tefek kadın, hiçbir zaman başarıyı tatmamış bir aktristti ve Berma’ya karşı ölümcül bir nefret besliyordu. Berma sahneye yeni çıkmıştı. Ve o sırada -ne mucize ama- tıpkı tüm gece boyunca öğrenmek için boş yere çabaladığımız dersleri ertesi sabah uyandığımızda noktasına kadar ezbere bilmemiz gibi, tıpkı hatırlamak için bir hayli çaba sarf etmemize rağmen başarısız olduğumuz ve çabalamayı bıraktığımızda zihnimizde bütün canlılıklarıyla beliren ölü arkadaşlarımızın yüzleri gibi, Berma’nın, esas özelliklerini kavrayabilmek için hırsla uğraştığım zamanlarda benden kaçmak için kullandığı yeteneği, şimdi, unutulmanın üstünden yıllar geçtikten sonra, bu kayıtsızlık anında, doğrudan ortaya çıkan bir şeyin zorlamasıyla beni kendisine hayran bırakıyordu. Eskiden bu yeteneği soyutlama girişimlerimde, deyim yerindeyse, duyduklarımdan Phèdre’i oynayan bütün sanatçıların ortak paydası olan bu rolün kendisini çıkartabiliyordum; böylece geriye kalan Mme. Berma’nın yeteneğini öncesinden her detayıyla incelediğim için tortu hâlinde süzgeçten geçirebiliyordum. Fakat rolün dışında keşfetmeye çalıştığım bu yetenek onunla ayrılmaz bir bütündü. Böylelikle büyük bir müzisyen de (Vinteuil de piyano çalarken böyle görünüyordu.) öylesine müzik virtüözüdür ki gerçekte bir piyanist olup olmadığı bir muammadır, çünkü çalışı (yer yer parlak efektlerle taçlanan parmak hareketlerinin işleyişini, en azından nerede olduğunu tam olarak bilmeyen dinleyicilere somut, elle tutulur gerçekliğin ayırt edilebileceğini düşündürten tüm o nota yağmurlarını açıkça sergilemediğinden) öylesine şeffaf, öylesine yorumlarla doludur ki piyanistin kendisi geri planda kalır ve artık bir şahesere açılan pencereden başkası değildir. Aricie, Ismène ya da Hippolyte’nin taklitlerini ve seslerini, görkemli ya da narin bir kenar süsü gibi çevreleyen amaçları ayırt edebilmiştim fakat Phèdre bunu içselleştirip üstüne alınmıştı; zihnimse onun diksiyonundan ve tavırlarından sıyrılmayı, hiçbir işaret belirtmeden ortaya çıkan bu etkilerin, bu değerleri el değmemiş saflıkla kavramayı ve tamamen özümsemeyi başarmıştı. İçinde cansız ve zihne karşı gelen en ufak bir zerre tanesi olmayan Berma’nın sesi, Aricie ya da Ismène’nin soğuk sesinden akan, kendi içlerinde özümseyemedikleri için, herhangi birinin hissedebildiği o gözyaşı taşmasının etrafındakiler tarafından fark edilebilir olmasına fırsat vermiyordu, hatta bir kişi, müziğin güzel bir tınısı olduğunu söylerken aslında fiziksel özelliğini değil ruhuna dokunan meziyetini övdüğü usta bir kemancının enstrümanı misali Berma’nın sesi de, mükemmelliğin o narin etkisini dinleyenlerin en küçük hücresine kadar nüfuz ettiriyordu; tıpkı kaybolmuş bir su perisinin yerinde cansız bir su kaynağının bulunduğu klasikleşmiş bir manzarada olduğu gibi, açık ve somut olan bir niyet, tuhaf, olması gerektiği gibi ve soğuk berraklıktaki bir ruh hâline dönüşmüştü. Kelimelerin dudakları arasından dökülerek oluşturduğu mısralar misali Berma’nın kolları, taşan bir nehrin koparttığı yapraklar gibi göğsüne doğru yükseliyordu; gitgide geliştirdiği, daha da değiştireceği ve oyuncu arkadaşlarının jestlerinde izleri görülebilecek farklı derinliklerin muhakemelerine bağlı ancak düşünme kökenini kaybetmiş olan Berma’nın sahnedeki tavrı, içinde yarı-tanrıçaların çevresini, zengin ve karmaşık unsurlarını barındıran bir ışıltıya dönüşmüştü fakat onun bu tavırlarını hayranlıkla izleyenler bunu sanatsal bir zafer olarak değil Tanrı vergisi bir hediye olarak ele alıyorlardı; dar ve narin beyaz duvakları, canlı bir maddeye ya da çelimsiz, ürkek bir kovanın yanına yaklaşırken sergiledikleri hassasiyetle, acı çeken yarı Pagan, yarı Jansenci


Скачать книгу