Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
ilgili düşüncelerimin, o ana kadar serbestçe, acele etmeden, zorlanmadan, en ufak bir baskı ya da endişe duymadan dönüp dolaşıp geldiği nokta her zaman bu anıydı; ardından, bu düşünceler onu yavaş yavaş sabitledikçe, onlardan orantılı olarak daha fazla güç kazandı ancak kendisi daha belirsiz bir hâle geldi; artık onu yeniden eski hâline getirmem imkânsızdı; kaldı ki rüyalarımda muhtemelen onu tamamen değiştirmiştim, çünkü Mme. de Guermantes’ı her gördüğümde hayal ettiğimle gördüğüm -hiç değişmeyen her zaman aynı kalan- arasındaki uçurumun farkına vardım. Elbette her sabah, Mme. de Guermantes sokağın başındaki kapıdan çıkarken görüldüğü anda, uzun bedenini, parlak gözleri ve ipeksi saçlı çehresiyle, orada beklememe sebep olan her şeyi görüyordum; fakat öte yandan, bir iki dakika sonra, uğruna oraya gittiğim bu karşılaşmayı sanki beklemiyormuşçasına görünmek için gözlerimi başka yöne çevirdiğimde, karşılaştığım o andaki düşese baktığım zaman gördüğüm şey, her gün şaşırmış edasıyla verdiğim ve görünüşe bakılırsa bundan pek hoşlanmadığı selamıma, kaba saba, Phèdre akşamındaki nezaketinden çok uzak bir hâlde karşılık veren (temiz havadan mı yoksa kusurlu bir tene sahip olduğundan mı bilmediğimden) kırmızılı lekelerle dolu somurtkan bir çehreydi. Hâl böyleyken, iki kızın anısının, kendisine beslediğim aşk duygularına egemen olmak için Mme. de Guermantes’ın anısıyla olan zorlu mücadelesinden birkaç gün sonra, sanki kendi isteğiyle geri çekilen, her zaman olduğu gibi galip gelen ikincisi olmuştu; nihayet kendimi bulduğum hatta mutluluğum için tercih ettiğim, sevgim hakkındaki bütün düşüncelerimi aktardığım anı buydu. Din kursundan gelen kızı ya da sütçü kızını hayal etmeyi bırakmıştım; bununla birlikte sokakta karşılaşmayı beklediğim şeyi, ne tiyatroda bir tebessümle vadedilen sevgiyi ne de sadece uzaktan bakıldığında öyle görünen altın rengi saçları altındaki parlak yüzle karşılaşmaya olan umudumu yitirmiştim. Artık Mme. de Guermantes’ın nasıl göründüğünü bile söyleyemezdim; çünkü her gün değiştirdiği elbisesi ve şapkası gibi çehresi de her gün değişiyordu.
Bir sabah, eflatun renkli bir şapkanın altında, bir çift mavi gözün etrafına simetrik olarak çizilmiş kusursuz yüz hatlarından oluşan, burun kıvrımı âdeta yokmuş gibi görünen bir surat gördüğümde göğsümde oluşan neşeli kıpırtıyı hissettiğimde Mme. de Guermantes’ı aklıma getirmeden evime neden dönemiyordum? Ara bir caddeden geçerken lacivert bir şapkayla taçlandırılmış, delici gözleriyle narin bir kuşun gagasını andıran burnunu bölen kırmızı yanaklarıyla Mısır tanrıçalarını anımsatan bir silüet gördüğümde neden bir önceki gün yaşadığım kıpırtıyı yaşıyor, aynı kayıtsızlığı sergiliyor, aynı dikkatsizlikle gözlerimi başka tarafa çeviriyordum? Bir keresinde gördüğüm sadece kuş gagalı bir kadın değil neredeyse kuşun ta kendisiydi; Mme. de Guermantes’ın tüm kıyafetleri hatta beresi bile kürktendi; görünürde hiçbir kumaş parçası olmadığından kendinden tüylü gibiydi, tıpkı kalın, pürüzsüz, siyahımsı, yumuşacık tüylerden oluşan akbabaların vahşi derisi gibiydi. Bu doğal tüylerin ortasındaki küçük kafanın gagası dışa doğru kavisli, ön plana çıkan gözleri keskin ve maviydi.
Bir gün sokakta saatlerce Mme. de Guermantes’a rastlamadan bir aşağı bir yukarı dolaşıyordum, bir anda, bu aristokrat ve pleb21 mahallesinin iki konağı arasına sıkışmış bir pastane dükkânının içinde, keklere bakmakta olan şık bir kadının müphem ve tanıdık gelmeyen yüzü belirdi, kim olduğunu kestirmeye vakit bulamadan şimşek çakması gibi bana doğru fırlayan Düşes’in bakışları gök gürültüsünden daha erken ulaşmıştı bana; başka bir gün, onunla karşılaşamadan saatlerin on ikiye vurduğunu duyduğumda, daha fazla beklemenin bir manası olmadığını fark edip üzüntüyle evimin yolunu tutmuştum; kendi hayal kırıklığımın içinde boğulmuş hâlde boş bakışlarla yanımdan geçip gitmekte olan arabaları seyrederken birdenbire bir kadının arabasının penceresinden başıyla yaptığı hareketin benim için olduğunu, yuvarlak sorguç şeklindeki bir şapkanın altındaki gevşek ve solgun olduğu kadar gergin ve canlı yüz hatlarına sahip, tanımadığımı sandığım bir yabancı suratın, selamına karşılık bile veremediğim Mme. de Guermantes’a ait olduğunu fark ettim. Bazen de bahçe kapısından içeri girdiğimde Düşes’i, dışarıdaki kulübenin yanında başkalarının açığını ararcasına etrafı gözleyen bakışlarından nefret ettiğim lanet kapıcıyla konuşurken görüyordum, şüphesiz sırnaşıklık yapmak için hürmetlerini sunuyor ve günlük olan bitenleri aktarıyordu. Guermantes’ın tüm hizmetkârları pencerenin perdeleri arkasına gizlenmiş kulak misafiri olamayacakları bu konuşmayı korku dolu gözlerle izliyordu çünkü bu konuşmanın ardından içlerinden birinin ‘izin günü’nün iptal olacağını çok iyi biliyorlardı, tıpkı Cerberus’un Düşes’e ihanet ettiğinde olanlar gibi. Mme. de Guermantes’ın birbiri ardına sergilediği farklı yüzler dizesinin ışığında, kişiliği ve kıyafetinin bütününde, göreceli ve değişken bir alan işgal eden, bir gün dar ertesi gün geniş olan yüzleri yüzünden beslediğim aşk duygusu, ertesi gün birbirinin yerini alan değişmiş ve sürekli değişmeye devam edecek olan et ve kumaş unsurlarından hiçbirine bağlı değildi, bu yüzler değiştirip baştan aşağı yeniden yapsa bile benim içimdeki rahatsızlık duygusunu gideremezdi çünkü bunların altında, yeni astarların altında hâlâ Mme. de Guermantes’ın olduğunu hissediyordum. Görünen tüm bu gösteriyi harekete geçiren görünmez kişiydi benim sevdiğim, düşmanlığı beni çok üzen, yaklaşması beni tir tir titreten, hayatını bana ait kılıp dostlarını oradan kovmak istediğim kişi oydu. Mavi tüylerin içine dalsa da yanakları kıpkırmızı olsa da hareketleri benim için önemini kaybetmezdi.
Mme. de Guermantes’ın her gün benimle karşılaşmaktan usandığını kendi başıma anlamamıştım, sabah yürüyüşlerine hazırlanmamda yardım ettiği sırada Françoise’ın yüzünden okunan soğukluktan, kınamadan ve acımadan dolaylı olarak anlamıştım. Yürüyüş eşyalarımı ona sorduğum an yüzünde oluşan bıkkınlık ve yıpranmış hatlardan ters bir rüzgârın esmeye başladığını hissettim. Françoise’ın güvenini kazanmak için hiçbir girişimde bulunmadım çünkü ne yaparsam yapayım başaramayacağımın farkındaydım. Benim ya da ailemin başına gelebilecek en ufak tatsız olayı bir çırpıda gün yüzüne çıkarırdı, doğuştan sahip olduğu bu gücü hiçbir zaman anlayamadım. Belki doğaüstü bir güç değildi, belki de yalnızca ona özel bilgi kaynakları tarafından açıklanabilirdi; tıpkı ilkel kabilelere Avrupa kolonilerinden postayla gelen bazı haberleri günler öncesinden öğrenmeleri gibi, bunu telepatiyle değil tepeden tepeye yakılan ateşler aracılığıyla yaparlardı. O yüzden belki de benim sabah gezintilerim hakkında Mme. de Guermantes’ın hizmetçileri, hanımlarının her gün, gittiği her yerde istinasız benimle karşılaşmasından ne kadar usandığını söylediğini duymuştu ve bu da Françoise’ın kulağına gitmişti. Ailem bana Françoise’dan başka bir hizmetçi atayabilirlerdi pek tabii, fakat bu durum benim aleyhime olurdu. Françoise bir bakıma diğerleri kadar iyi bir hizmetkâr değildi. Bir şeyleri hissetme tarzıyla, nazikliği ve merhametiyle, sert ve mesafeli oluşuyla, kibirli ve bağnazlığıyla, beyaz teni, kırmızı elleriyle ‘hâli vakti yerinde’ olan bir ailenin acı kaybından sonra çalışma hayatına girmek zorunda kalan bir köylü kızıydı. Evimizdeki varlığı sayfiye evinin ziyarete gidilmesinin tam tersi şeklindeydi, elli yıl önceki bir köyün sosyal hayatı bize gelmişti. Yerel bir müzedeki cam kasaların, köylülerin yontup işlediği ya da memleketin belirli yerlerinden gelen tuhaf el işçilikleriyle dolup taşması gibi, Paris’teki dairemiz geleneksel ve yöresel duygulardan esinlenen ve milattan kalma âdetleri uygulayan Françoise’ın sözleriyle dekore edilmişti. Çocukluğunun ötücü kuşlarını, kiraz ağaçlarını, hâlâ canlıymışçasına gözünün önüne getirdiği
21
Bu kavram günümüzde bazı toplumlarda genellikle orta ve alt sınıflar için kullanılsa da Roma döneminde plebler oldukça zengin ve nüfuz sahibi olabiliyorlardı. (ç.n.)