Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
söylemek gerekirse, benim izlenimim eskisine kıyasla daha hoş olmasına rağmen pek de farklı değildi. Fakat artık, bu izlenimi tiyatral dehanın önceden var olan, soyut ve yanlış fikirleriyle kıyaslamıyor, onun tam olarak bu olduğunu artık anlıyordum. Berma’yı ilk seyredişimde herhangi bir zevk almadıysam bunun sebebi, tıpkı eskiden Champs-Élysées’de Gilberte ile buluştuğumdaki gibi, ona çok güçlü bir arzu beslemiş olmamdı. İki hayal kırıklığım arasındaki belki de tek benzerlik bu değildi, daha derin başka benzerlikler de vardı. Bir kişi ya da bir eser (ya da bu konuda yapılan bir sunum) tarafından bize verilen belirgin bireysellik izlenimi o kişiye ya da esere özgüdür. Gerektiğinde, kusursuz bir yüzün ya da yeteneğin sıradan bir gösteride keşfetme yanılgısına düşebileceğimiz, ‘güzellik’, ‘biçim derinliği’ ‘pathos’18 ve benzeri fikirleri hayata döndürürüz; fakat eleştirel ruhumuz onun karşısında, içindeki bilinmeyen unsuru tespit edip soyutlaması gereken, zihinsel bir karşılığı olmayan bir şeklin ısrarıyla karşı karşıya kalır. Tiz bir ses, garip bir şekilde sorgulayıcı bir tonlama duyar. Kendi kendine şunu sorar: “Bu iyi mi? Şu anda hissettiğim şey sadece bir hayranlık mı? Renk zenginliği, asalet, güç bu mu?” Ve buna tekrar cevap veren tiz bir ses, meraklı sorgulayıcı bir tonlamadır, tanınmayan, ‘biçim derinliğine’ yer bırakmayan birinin tamamen somut bir şekilde neden olduğu despotça izlenimdir. Bu nedenle onları samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratmasını beklediğimiz sesler aslında en güzelleridir çünkü fikir hazinemizde bireysel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.
Berma’nın oyunculuğunun bana gösterdiği şey tam olarak buydu. Asaletle, diksiyon zekâsıyla kastedilen buydu. Ana, şiirsel, güçlü bir yorumun değerini şimdi anlayabiliyordum; daha doğrusu bu sıfatların uygulandığı şey buydu; klasik mitolojide yeri olmayan gezegenlere Mars, Venüs, Satürn adlarının verilmesi misali. Biz bir dünyada hisseder, başka bir dünyada düşünür, isim veririz; ikisi arasında belirli irtibatlar kurabilsek de araya bir köprü kuramayız. Berma’yı seyretmeye gittiğim o ilk öğlen vaktinde, üstesinden gelmem gereken bu yanlış, bu aralık oldukça dardı; her kelimeyi duymak için kulaklarımı dört açtıktan sonra, ‘yorumlamanın asaleti’ ve ‘özgünlük’ hakkındaki fikirlerimi bağdaştırmakta bazı zorluklar yaşamıştım fakat bir anlık bir dalgınlıktan sonra alkışlamaya başlamıştım; alkışım sanki gerçek izlenimimden değil bir şekilde peşin hüküm verdiğim fikirlerimle, kendi kendime: “Nihayet Berma’yı seyrediyorum.” demekten aldığım zevkle bir şekilde bağlantılıymış gibiydi. Belirgin bir biçimde özgün sanat eseri ile bir insanla güzellik fikri arasındaki fark, tıpkı aşk ve hayranlık fikirleriyle, bunların bize hissettirdikleri arasındaki farkla aynıdır. Bu nedenle onları tanımada başarısız oluyoruz. Berma’yı seyretmekten hiç zevk almamıştım (Gilberte’le görüştüğüm zamanlarda olduğu gibi). Kendi kendime şöyle demiştim: “Yani ona hayran değilim.” Fakat o zamanlar Berma’nın oyunculuğunun sırrını öğrenmeye çalışmaktan başka bir şey düşünmüyor, yalnızca bununla meşgul oluyor, onun oyunculuğunun içerdiği her şeyi kavramak için zihnimi olabildiğince açmaya çalışıyordum. Şimdi anladım ki, tüm bunlar hayranlıktan ne bir eksik ne de fazlasıymış.
Berma’nın rolünü yorumlamasının ortaya çıkardığı deha, aslında Racine’in dehası mıydı?
İlk başta öyle düşündüm. Phèdre’in sahnesi bitip perdeler kapandığı esnada seyircilerin coşkulu alkışları arasında yanımda oturan öfkeli kadın küçük bedenini doğrultup yan tarafa döndüğünde, sinirden kaskatına dönmüş suratıyla diğerlerinin alkışlarına katılmadığını göstermek ve fark edilmeden arada kaybolan, sansasyonel bulduğu protestosunu daha belirgin hâle getirmek için kollarını çapraz bir şekilde göğsünde bağladığı sırada yanıldığımı anladım. Ardından gelen piyes, bir zamanlar dört gözle beklediğim yeniliklerden biriydi, ünlü olmadıklarından, önemsiz sıfatıyla yaftaladıklarından ve çok fazla rağbet görmediklerinden o anda sergiledikleri performans dışında herhangi bir varoluşları yoktu. Hiç olmazsa, bir başyapıtın sonsuzluğunun, sahne ışıklarının genişliği ve özel bir olay için yazılmış bir piyes kadar etkili bir kapanış yapabilecek bir performansı süreyle ve yerle kısıtlamadıklarını gördüğüm için hayal kırıklığı yaşamıyordum. Üstelik seyirciye hitap ettiğini ve bir gün meşhur olacağını hissettiğim her yeni pasajda, geçmişte sahip olamadığı şöhretin yerine gelecekte sahip olacağı hazzı ekledim; daha önce hiç kimsenin duymadığı bir başlığın bir gün aynı tatlı ışığın altında, yazarın diğer eseriyle yan yana bulunması hayal dahi edilemeyen bir başyapıtın ilk sahnelendiği günü hayalimizde canlandırmak için sergilediğimizin tersine zihinsel süreç izliyordum. Ve bu rol bir gün sanatçının en iyi canlandırdığı roller arasında, Phèdre’in hemen yanında yerini alacaktı. Kendi başına tüm edebî değerlerden yoksun değildi fakat Berma diğerlerinde olduğu kadar görkemliydi. O zaman anladım ki, oyun yazarının eseri, onu oynayacak sanatçı için esasında nispeten önemsiz olan, kendi yorumlarıyla bir başyapıta dönüştürebileceği bir ham maddeden ibaretti; tıpkı Balbec’te tanıştığım büyük ressam Elstir’in resmettiği, hiçbir niteliğe sahip olmayan okul binasıyla başlı başına bir sanat eseri olan katedralden aynı değerde ilham alması gibi. Ressamın, evleri, arabaları, insanları, hepsini birbirine benzeyen geniş bir hüzme hâline getirmesi misali, Berma da aynı şekilde birbirine karıştırılmış, sessizleştirilmiş ya da vurgulanmış, daha az tanınan bir oyuncunun düzgün telaffuz etmek için tek tek okuduğu kelimelerin üzerine büyük korku ve şefkat perdesi çekiyordu. Şüphesiz her bir kelimenin kendine özgü bir tonlaması vardı, Berma’nın diksiyonuysa mısraların uyumunun düzgün şekilde anlaşılmasını sağlıyordu. Bir kafiyeyi, yani önceki kafiye ile aynı anda hem benzer hem de farklı söylemenin neden olduğu fakat yeni fikir çeşitliliği getiren bir şey duyduğunuzda, biri fikirsel diğeri aruz olmak üzere birbirinin üstüne binen iki sistemin bilincinde olmak, sıralı karmaşıklığın, güzelliğin ilk unsuru değil midir zaten? Oysa Berma sözlerini, repliklerini hatta bütün konuşmalarını kendilerinden çok daha geniş bir ses havuzuna sokuyordu; onların bu havuzun sınırında mecburen durmalarını, bağlantılarını koparmalarını görmek büyük bir hazdı; nitekim, bir şair de kafiyeyi tamamlayacak olan, dilinin ucuna gelen kelimeyi tereddüt etmeden çıkarttığında, bir besteci, birbirleriyle çelişen librettosunun çeşitli sözlerini tek bir ritimde birleştirip kontrol altına aldığında aynı hazzı hissediyordur. Berma da Racine’in şiirleri kadar modern oyun yazarının cümlelerine de kendi kişisel sanatının başyapıtları olan keder, asalet ve tutkuya dair o geniş imgeleri yerleştirmeyi başarıyordu; tıpkı farklı modellerin resmedildiği portrelerden ressamı tanıyabildiğimiz gibi bu imgelerden de onu tanımak mümkündü.
Eskiden olduğu gibi, ne Berma’nın davranışlarını ne bir kez yanıp daha sonra hiç yanmamak üzere bir anda kaybolan bir sahne ışığının yarattığı güzel renk hüzmelerini durdurup ölümsüzleştirmeyi ne de bir dizeyi yüzlerce kez tekrarlamasını istiyordum. Esas isteğimin, şairin, aktrisin, yapıtların yönetimini yapan büyük dekorasyon sanatçısının niyetlerinden daha müşkülpesent, zahmetli olduğunun farkına vardım; dile getirilirken bir dizenin üzerinden süzülen çekiciliğin, sürekli olarak başka hâllere dönüşen değişken tavırların, bu ardışık tabloların gelip geçici sonuçlar veren, tiyatro sanatının yaratmayı üstlendiği değişken bir başyapıt olduğunu ve çok fazla hevesli bir seyirci tarafından düzeltmek isterken aslında mahvedeceğinin farkına vardım. Başka bir gün gelip Berma’yı yeniden seyretmek bile istemiyordum. Sanırım ona doymuştum; hayranlığımın nesnesi ister Gilberte isterse Berma olsun, hayal kırıklığına uğradığımı fark etmeyecek kadar etkilendiğim günler geçmişte kaldığından, almayı
18
Merhamet ve sempati gibi his uyandırma gücü ya da yeteneği. (ç.n.)