Acı Gülüş. Hüseyin Rahmi Gürpınar
yine bulunurlardı.”
“Kerhaneci dalaveresine akıl ermez. Herif elbette siz akılda yağlıkçıları, yorgancıları papağan gibi kafese kor. Bu ince sanattır. Köpoğluları gözbağcılık da bilirler. Gözlerinizin çapaklarını silip evi bir daha dolaşınız.”
Hasan Efendi’nin kalbi, göğsü bir keder darlığı ile çatlayacak gibi şişmişti. Bu alaylı sözler adamcağızı bütün bütün çıldırttı.
Başka yapacak bir şey olmadığı için arama heyeti tekrar eve girdi. Uncu karşılarına çıktı. Pek meydan okur bir tavırla kollarını çapraz, göğsüne götürdü. Komedyasını tam muvaffakiyetle tamamlamış bir sanatkâr aktör vaziyeti alarak: “Efendiler, zannederim artık burada yapacak bir işiniz kalmadı. Çoluğum çocuğum akşamdan beri geçirdikleri can dayanmaz helecanlarla bitkin hâldedirler. Artık merhamet ediniz, biraz uyusunlar. Ben karakola geliyorum. Komiser efendi hazretleri şimdi de benim davamı dinlesin. Masum bir ev halkına bu kadar işkenceli bir gece geçirtmenin cezası büyüktür; ayaklar altına alınan namusumu namuskârlıklarıyla iftihar edenlere ödeteceğim.”
Hasan Efendi hiddetten bir volkan kesildi. Artık gözü dünyayı görmüyordu. Ümitsizlikle bağırdı:
“Vay gidi masum ev halkı… Vay gidi namuslu aile babası vay!.. Yukarıdaki içki sofrası nedir? O, her odadaki karyolalar, lavabolar ne olacak? Akşamdan beri kadın ve erkek sesleri ile mahalleyi dolduran cümbüş ne idi? Evinin Galata’daki umumhanelerden ne farkı var?”
Uncu: “Hezeyan ediyorsun. Bu sözlerin hep zabıt varakasına geçecektir. Bir evin içindeki sofra ile karyolaların sayısına karışmak mahallelinin hiçbir surette yapabileceği bir iş değildir. Bunu yasak eden bir kanun maddesi var mı? Evime istersem üç yüz tane karyola koyarım, sana ne?”
Hasan Efendi: “İçeride kadın panayırı mı var? O on iki karı ne olacak?”
Uncu: “Bir evdeki nüfus sayısını tahdit31 hakkı kimseye verilmemiştir. Otuz kadın da bulunabilir, sen beslemiyorsun ya!”
Hasan Efendi: “Yukarıdaki o okkalarla rakıları kimler içiyordu?”
Uncu: “O benim keyfime ait bir iş. Evimde yenilen içilen şeyler hakkında kimseye hesap vermek zorunda değilim. Saçmalıyorsun. Haydi efendi çık dışarı, sahibi razı değilken bir evde bu kadar durulmaz. Ahlakça terbiyesizlik, kanunca da ‘tecavüz’ sayılır. Haydi bakalım yallah!..”
Hasan Efendi, öfkesinden zangır zangır titreyerek: “Ulan Uncu, senin yüzündeki bu sahte vakar, namuskârlık maskesini düşürmedikçe bu gece bu evden çıkmam, öldürseler çıkmam.”
“Çıkarmak polisin vazifesidir.”
Hasan Efendi sinirli bir coşkunlukla merdivenden yukarı fırlayarak en içe dokunacak tesirli, inandırıcı ve yalvarır sesi ile orta kattan evin içine doğru şöyle haykırmaya başlar:
“Müşteri beyler, din kardeşleri, her nerede iseniz ses veriniz. Gençlikte bu gibi şeyler olağandır, bağışlanmaz bir günah değildir. Hatalı bile olsanız uncu huyundaki namussuz bir herifin namuslulara üstün gelmesini vicdanlarınızın caiz görmemesi lazım gelir. Hakikatin meydana çıkmasına bu geceki hizmetinizle günahınızın kefaretini vermiş olursunuz. Meydana çıkınız. İşte mahalleli tarafından vekil olarak size söz veriyorum, baskın rezaletinden tamamıyla kurtararak sizi evlerinize göndereceğiz. Eğer ceza lazımsa sizin yerinize ben geleyim, ben mahpus yatayım… Razıyım. Aman beyefendiler hamiyetinize, insaniyetinize müracaat ediyorum.”
Yağlıkçı susar. Yalvarır yoldaki nutkunun, bütün duvarlarda meydana getireceği aksin tesirini helecanlarla bekler.
Cevap yok. Kadınların alaylı kahkahalarından başka bir şey işitilmez. Büyük bir keder içinde kendi kendine: “Bu uncunun kerhanecilikten başka simya bilgisi de mi var? Gözlere görünmemek için zamparalarının başlarına efsunlu, tılsımlı külahlar mı giydirdi? Bunlar aramızda dolaşıyorlar da biz mi göremiyoruz?”
Böyle söylene söylene, eli ayağı titreye titreye aşağıya iner. İddiasını ispat etmedikçe bu gece diri olarak bu evden çıkmayacağını ve dışarıdaki kalabalığı, her bir tahtayı ayrı sökerek aralarını aramak için evi yıkmaya kadar teşvik edeceğini, hiçbir şey çıkmazsa en büyük cezaya razı olduğunu büyük bir inatla bildirir.
Ev altındaki komiser, imam, muhtarlar, birkaç mahalleli ve Uncu Ahmet, birbirlerine girerler. Şiddetli bir çekişme başlar.
Bu sırada dışarıda bir gürültü olur. Sokaklar kahkahalarla dolar. Bostanda korkuluğu yakalamış olan sarhoş, yakaladığını sallasırt eyleyerek arka sokaktan dolaşır, “Zampara yakaladım!” yaygarasıyla onu uzun fes, pis ceket, yırtık pantolonu ile halkın şaşkın bakışları önüne serer. “Zamparanın biri tutulmuş!” sözü bir anda ağızdan ağıza halk arasına yayılır. Akşamdan beri yüzüne hasret oldukları bu adamı görmek için ahali birbirini çiğner. Meşru olmayan bir hevesinden dolayı gürültülü “zampara” adını kazanmış olan kimsenin vücudunda şekilce ansızın tabii olmayan ve acayip bir değişiklik husule gelmeyerek bunun da öteki insanlardan bir farkı olmayacağını unutan halk, görülmemiş bir garip şey yahut korkunç bir canavar seyrine koşar gibi bir saldırma acelesi gösterir.
Korkuluğu gayretle sırtında tutan sarhoş, dili dolaşa dolaşa sevinçle söze başlayarak: “Efendiler, beyler, ağalar… Uncunun evinde, devlethanesinde değil ama… Ha, lafa dikkat; umumhanesinde… Bu ne demek anlıyorsunuz ya! ‘Umumhane’, ‘kerhane’nin resmî adıdır. Belediyelerde böyle kaydolunur, gazetelerde böyle geçer. ‘Kerhane’ demek ayıptır, isim değiştirilince ayıplık kalmaz… Bu da bir inanma… Olur a… Bana kalsa düpedüz ‘bevilhane’32 demek daha uygundur. Fennî olanı böyle. Ama hani ya Tünel’den Beyoğlu’na çıkınca Altıncı Daire’nin33 arkasında kurulmuş, yuvarlak ve madenden bir küçük yapı vardır.34 Batıya bakan kapısından girersiniz. Önünüze daire biçiminde ufak bir koridor çıkar. Bunun merkez kısmı ahır gibi bölmelere ayrılmıştır. Dışarıdan içerisi görülmez fakat merak edilince içinde herkes birbirini işediği sırada görebilir. Evet bunlar birbirinden müteferriktir, infereka, yenferiku, infirakan, inkisar da bunun gibidir. Arabi’yi unutmamak için laf arasında fiile rastladıkça böyle çekerim, çekerim… Çekerim de ölmem. Bilgili kimselerdenim. Fakat memlekette böylelerine rağbet yok… Kadro hariciyim, yani kâinatın geçim çerçevesinden dışarı atıldık. Geçim çerçevesi yanlış mı? Kusura bakmayınız mestim, mest… Ama softaların ayaklarına giydikleri siyah mestlerden değil, mest-i lâ-ya’kılım… Mest-i arifim… (Sırtındaki korkuluk kaçmak için debeleniyormuş gibi ona doğru) Dur ulan kıpırdama, salıvermem, dur… Efendilere evvela kendi bilgimi anlatayım da sonra seni takdim edeceğim. Vay canına sözün ucunu kaçırdık. Evet… Emsile okudum. Binaya çıktım, sonra tepetaklak yuvarlandım. ‘Bir şair-i ter-zebanım, felekzede-i zamanım.’ Bizim eski aruzun vezinleri. Şimdiki parmak hesabına gelemiyorum. Ortada ne şiir kaldı ne şuur. Sonra ‘Ger bana uymazsa eyyam, uyarım eyyama ben.’ dedim, çalıştım. Orta ve başparmaklarım vezne girmedi. Nihayet yedi parmak bir tutam usulünde nazımlar yaptım. Gazeteleri, kitapçıları dolaştım. Para veren yok. İstersen mecmualardan birine bedava gönder. Herif sana bir para vermedikten başka şiirin altına bir döşenir, alafranga ‘kritik’ yapar. Cehlini meydana kor, senden ziyade kepaze olur. Bunların nüshaları hamalların ciğer kebabı gibi beş paraya indi, alan yok. Ağırbaşlı mecmualar, ücreti kuruştan aşağı para ile öderler. Matbuat âlemimiz edep ve para kıtlığı ile bitiktir. Meyhanede şişesi altmış paraya rakı iç, sonra mısrası on paraya şiir söyle… Kurtarmaz. Sermayeden ziyan
31
Tahdit: Sınırlama. (e.n.)
32
Bevilhane: Ayakyolu, hela. (e.n.)
33
Altıncı Daire: 28 Aralık 1857’de “Altıncı Daire-i Belediye” adıyla kurulmuştur. İstanbul genelinde değil sadece Beyoğlu ve Galata semtlerini kapsayan görev alanıyla Altıncı Daire-i Belediye Müdürlüğü, İstanbul’da ilk modern belediyecilik uygulamasını başlatmıştır. (e.n.)
34
Orada evvelce mevcut olan umumi sidik şadırvanı. (y.n.)