Acı Gülüş. Hüseyin Rahmi Gürpınar
İslam mahallesinde ne işi var? Tespihle camide namaz kılmaya gelip de halkı neden aldatıyor?”
Komiser, karakoldan asker getirmek için polislerden birinin kulağına birkaç kelime fısıldadıktan sonra ahaliye karşı:
“Müsterih olunuz. Evin her tarafına noktalar dikip girip çıkmaya hiç izin vermeyeceğim. Ahmet Efendi iddialarını makamında söylesin. Fezleke, vukuat jurnali, hepsi nizamına uygun olarak yapılacaktır. Fakat siz dağılmalısınız.”
Polislerin son bir gayreti üzerine kapı kalabalığı biraz seyreltilir.
O civarda bulunan vekillerden birinin konağına misafir gelmiş iki Frenk, bu baskın patırtısını işitince yanlarından hiç ayırmadıkları fotoğraf makineleriyle, magnezyumları25 ile vaka yerine hemen koşuşmuşlardı.
Âdet ve Şark hayatımıza ait manzaraları tetkik etmekte ve gözlemekte gösterdikleri merak ve aceleciliğe karşı çok defa dilimizi çok az bildikleri için şeşi beş görerek bizi Avrupa’ya çarpık tanıtan ecnebilerden bu iki meraklı, vakayı görebilecek bir evin cumbası altına sığınarak Fransızca şöyle konuşurlar:
“Niçin bu kadar gürültü? İçeridekilerin cinayetleri niçin bu derece korkunç sayılıyor?”
“Namuslu bir mahallede güzelliklerinin ticaretiyle geçinen kadınların bulunması istenilmez de…”
“İstanbul’da bu gibilerin varlığını caiz gören namussuz mahalleler var mı?”
“Hayır zannetmem.”
“O hâlde bu kadınlar sanatlarını nerede icra etsinler?”
“Hiçbir yerde.”
“Demek adamakıllı bir yasak. Bu saçma.”
Frenkler böyle kendi medeniyetlerine göre işi muhakeme etmekte iken ahalinin kini ve öfkesi büyüdü. İkide bir kapıya hücum gösteren o öfkeli insan denizi şimdi hiçbir kuvvetin tutamayacağı bir şiddetle köpürüyordu.
Uncu Ahmet’in “patentalıyım” gözdağıyla polise karşı gelmesi herkese fena dokunmuştu. İçeride bir sürü kadının yabancı bir devlet koruması ile fuhuş ve rezalet yapmasını kimse içine sindiremiyordu. Ağızdan ağıza yayılan kötülemelerle bir anda kızışarak birbiri üzerine kabaran insan dalgaları arka arkaya gelen birer saldırışla kapıya fışkırdı. Setini yıkmış bir su bendi gibi bu kara insan kalabalığı açtığı yoldan içeri akıyordu.
Komiserin karakoldan istediği yirmi kadar asker o sırada yetişmiş olduğundan zavallı adam son bir vazife çaresi olarak halkın önünde içeri girdi. Kalabalıktan ayaklar altında çatırdayarak yıkılma tehlikesi gösteren merdivenden adamlarıyla beraber en önde ileri fırladı. Birinci kat sofasını tuttu. Kapalı bulduğu oda kapıları önüne ikişer üçer süngülü diktikten sonra üst kata çıkacak merdivenin başına da biraz silahlı kuvvet dizdi. Sonunda ahaliye karşı bağırdı:
“Ne söz anlamaz insanlarsınız. Her şeyin usulü vardır. Baskın yapmak istiyorsunuz. Hep birden içeri dalıyorsunuz. Şimdi buradan yakalamak istediğiniz kimseler bu kalabalığa karışırlarsa nasıl ayırt edeceğiz? Bakalım herifler tavan arasına mı saklandılar? Kömürlüğe mi? Mutfağa mı? Bahçeye mi? Kuyuya mı? Vazifemizi zorlaştırmayınız. Allah’ını seven dışarı çıksın. Kırık kapı kanatları da eğreti olarak yerlerine konarak dışarıdan girilmesi önlensin. Din ve imanı olanlar bu emri mutlaka dinlerler. Kurtarmak istediğiniz mahalle namusu başka türlü kurtarılamaz. İçeride kimseyi bulamaz isek sonra hepimiz şiddetle mesul oluruz. Benden günah gitsin. Söz dinlemediğiniz hâlde silahlı kuvvetle sizi zorla evden çıkarmaya mecbur kalacağım. Bu son çareye başvurmak zorunda kaldığım hâlde olacak fenalıkların mesuliyeti tamamıyla sizin üzerinizdedir.”
Ne olur ne olmaz diye yanında bulundurduğu beş altı jandarmaya da: “Haydi bakalım arkadaşlar, ahaliyi dışarıya püskürtünüz.”
Kalabalığın söz anlayan kısmı komiserin bu hakkını doğru bularak, söz anlamayanlara bu doğru hareketi anlatmaya uğraşarak diğerlerini ite kaka, bağrışa çağrışa evden çıkarmaya başladılar. Vakanın tespiti için bulunmaları lazım olan mahalle ileri gelenlerinden sekiz on kişiyle bu heyecanlı baskın işinin en gizli ilk safhalarını yakından görmek merakıyla gizlenmiş iki yorgancı kalfasından başka içeride kimse kalmadı. Kırık kapı kanatları çevrildi. İçeriden, dışarıdan nöbetçiler dikildi.
4
EVDE ZAMPARA YOK
Tosun ile Emin merdiven altının karanlığına sığınmışlar, fısıldaşıyorlardı:
“Kapana kendi ayağımızla girdik. Şimdi zampara diye bizi çalyaka ederlerse?”
“Ulan üzerimize yorduğun devlete bak be… Hiç böyle camadanlı,26 basık ökçeli, çorapsız zampara olur mu? Burası patentalı kibar kerhanesi…”
“Burada ne arıyorsunuz diye polisler marizimize kayarlarsa?”
“İşte o düşünülecek şey… Adam sen de… Ben döşekten kalkmış, harareti, dumanı üstünde üç dört aftos yüzü göreyim de bir iki yumruk, birkaç elli altı27 yemeye razıyım. Bir avurdumdan girer ötekinden çıkar. Dert tutmam. Hovarda vücuduna mariz, afiyettir, bedeni çelikleştirir. Bu baskının iç perdesini, yatak oyununu seyretmeden bizi kapı dışarı mıcır döküntüsü gibi elerler ise işte o acıklı olur.”
“Ne yapalım ulan?”
“Enayileri kandırmak için atacak bir küllümün yok mu?”
“Mangizsizlikten zati hep küllümle geçiniyoruz. Çalkantıda safra döken salapurya gibi ata ata kafam tamtakır kaldı. Hele dur, akıl işportamı bir karıştırayım. Yorgancı sepetidir, daima bir iki kırpıntı bulunur. Ha bekle, işte yakaladım. Sen baldırının birini mendil ile bağla. Bataklıkta kurbağa bekleyen leylek gibi tek ayak üzerine dur. Yürü derlerse adım atma. Zıpzıp taşı gibi sek. Ben de pencerenin birini kapayıp üzerini bağlayayım. Yarımşar tertip birimiz topal, birimiz kör olalım.”
“Tezkeresiz dilenciliğe mi çıkacağız?”
“Ne sağlam dilenciler böyle küllümle geçiniyorlar. Biz yarım saat içeride kalmak için bu kör topal oyununu oynayamaz mıyız?”
“Sonra ne olacak?”
“Patlama be… ‘Burada ne yapıyorsunuz?’ derlerse, ‘Efendim sakatlandık. Gözümüz görmez, ayak tutmaz. Bizi dışarıya atmayınız, kalabalıkta çiğneniriz.’ deriz.”
Aşağıda Tosun’la Emin bu konuşmada iken yukarıdakiler bu baskın folluğunu soğutup çıt etmeden evdekileri sokuldukları gizli yerlerden birer ikişer çıkarabilmek için olanca tedbir ve sözlerini harcıyorlardı.
Komiser iki oda kapısı karıştırdı. Fakat içeriden sürmeli buldu. Bir üçüncüsünü kurcaladı. Kapı açıldı fakat içerisi karanlıktı. İlkin polislerin ceplerindeki elektrik fenerleriyle odayı kısaca gözden geçirdikten sonra tavanın ortasına asılı büyük bir lamba yakıldı.
Lambanın altına kurulmuş geniş içki sofrasının üzeri havyar, tuzlu balıkların, salataların, çerezlerin, kuru ve yaş meyvelerin çeşitleri ile bol bol donatılmış görüldü. Boş, yarım, dolu karmakarışık şişeler, bazıları devrilerek içindekileri saçılmış, bazıları diplerinde kalmış yudumları ile hele birtakımı rakının üzerine su konarak süt gibi bembeyaz kesilmiş ve içmek kısmet olmayarak dolu kalmış kadehler, hep birer tarafta dağılmış duruyor. Çatallar, bıçaklar, peçeteler oraya buraya fırlatılmış sofranın
25
Magnezyum: Bir dönem, fotoğraf makinelerinde kullanılan eski tip flaş türü. (e.n.)
26
Camadan: Çapraz düğmeli, ipek veya sırma işlemeli bir tür kısa yelek. (e.n.)
27
Elli altı: Şamar, tokat. (e.n.)