Acı Gülüş. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Acı Gülüş - Hüseyin Rahmi Gürpınar


Скачать книгу
olmadım ama ortalık sinema gibi etrafımda dönüyor. Biz içtik, oda sarhoş oldu be…”

      O aralık odaya bir polis girer.

      Polis: “Bu ne? Mezeleri kim silip süpürdü böyle?”

      Emin sallanarak: “Anam babam, efendi kardeşim. (Elinin parmaklarını bir araya toplayıp bileğinden oynatarak) Farelerin her biri nah palamut gibi… Az kalsın bizi de yiyeceklerdi. Bu akşam uykuya dalıp da bu evde burnu tamam bir zampara kaldıysa şaşarım. Uyanık adama bile saldırıyorlar. Bir tanesi adsız parmağımın28 boğum yerinden şah damarını ısırdı. Vay geçmişine be… Sonra rakı banyosu yaptım da kan öyle dindi. Şimdi yeni usul cerrahlık böyle. Bir tarafın yaralanırsa ispirtoya sokmalı. İspirto bulunmazsa rakı da olur. Ev sahibi Uncu Ahmet çok edepsiz herif ama doğru söylemeli neme lazım, rakısı bol…”

      Polis: “Şişelerdeki rakıları da fareler mi içti?”

      Emin: “Şişeleri de onlar devirmişler. Biz düzelttik.”

      Polis: “Hani ya meydanda rakı döküntüsü yok.”

      Emin: “Bu evdeki fareler, imarettekiler gibi sofu tabiatlı olmazlar ya!.. Meze yiye yiye rakıya da alışmışlar. Sahipleri nasıl olursa hayvanlar da ona çeker. Enfiye çeken birinin, sözüm ona, eşeğini tanırım. Sahibinden ziyade enfiye tiryakisidir. Şarap, konyak içen Frenk köpeklerini görmedin mi hiç? Bir meyhanecinin horozu vardı, her gün müşterilerden ziyade matiz olurdu. Bu meredi yalnız insanlar değil, ağzının tadını bilen hayvanlar da içer.”

      Polis: “Neye sallanıyorsun?”

      Emin: “Dedik ya imanım, topalız. Bu baskın muharebesinde yaralı düştük.”

      O sırada, komiser zorlamasında muvaffak olarak Ahmet’i dışarı çıkarabilmişti.

      Sofada soru sual başlamıştı. Polis daha emniyetli gördüğü bu işi dinlemek için sarhoşları bırakıp dışarı çıktı.

      Emin yarım bir şişeyi hemen dikip tamamlayarak: “Vay gözü kör olası Ahmet be… Ne çabuk çıktı. Kerata yüreksizmiş. Boyuna inat edeydi, komiser kapı önünde sabahacak duracaktı. Nafile, uncu kurnaz değilmiş. Ne duruyorsun Tosun, haydi çek… Haydi çek… Kuru sulu ne kaldıysa sömürelim. Polisler kızarlarsa fareleri tutsunlar. Pisboğazlığın onlarda olduğunu anlattık.”

      “Bakalım o kantini polis yuttu mu?”

      “Yutmazsa gargara etsin. O da bana dert mi? Sarhoş olacaksak olalım. Meyhaneci ile hesap görecek değiliz ya… Ben Langa’da bu kadar çekse idim meyhane şerefine mostralık yerde yatan bir matiz gibi şimdiyecek serilirdim. Parasız rakı tutmuyor vesselam…”

      “Bizi de sarhoş diye karakola götürürlerse?”

      “Ulan avalim sosti…29 İçkinin sonu sızmak değil mi? Ha evde sızmışım ha karakolda… Bir farkı var mı? İstedikleri kadar sorsunlar, eski yemenilerimden cevap alırlar, benden alamazlar. Sabah olunca fare hikâyesi mi yok? Bir Yorgancı Emin dört polise söz anlatamazsa yuf onun ervahına be! Ben polislerin matizler için verdikleri curnalı bilirim. Baş ağrısı reçetesi gibidir: ‘Merkum Emin’in kendini bilemeyecek derecelerde hâl-i sekirde (sarhoşluk hâlinde) bulunması hasebiyle…’ Alt tarafı işte daha böyle martaval… Böyle curnalları çok yedik, ezberimdedir. Hele rakının üzerine ekşi çorba gibi şifalı gelir. Kendini bilen bir adam kendini bilmeyen bir kimse ile uğraşır mı? Polis raconu işte bu kadar olur.”

      “Merkum ne demektir?”

      “Büyük lağaptır. ‘Hovarda’nın elenikasıdır. Meyhaneci, sarhoş, hırsız, dolandırıcı, hep bunlar polise yakalanınca ‘merkum’ olurlar. Kısacık bir laftır, ama manası kuvvetlidir. Hepsi içindedir. Bir kere Hayri ile beraber matiz olduk. Hıyar zamanı… Bostana gittik, bir karıya sulandık. Bizi polis yakaladı. ‘Bu hanıma harf endazelemişsiniz.’ dedi. ‘Yok babam…’ dedim. ‘Endaze yanımda değil, dükkânda bıraktım. Harfleri sorarsan otuz mudur, kırk mıdır, sayısını Mevla’m bilir. Mektepte hoca beş sene uğraştı, bunlardan bir tanesini, en küçüğünü kafama sokamadı.’ Sonra Hayri köpoğluköpek ‘Aptes bozacağım.’ dedi, cızlamı salıverdi. Yalnız kaldım, beni rampala karakola dayadılar. Onbaşı, ‘Merkumu getirdiniz mi?’ dedi. Suratıma iki pendi frank aşk etti. Bu merkuma, rütbesinin beratını o nazik elleriyle yüzüme yazdı. Ayıldım.”

      “Ulan uzun martavalın sırası değil. Dışarı çıkalım.”

      “Git işine be… Enayi miyim ben? Burada bir damla rakı kaldıkça bir yere gitmem. Hepsini çekip tamamlamalıyım.”

      “Fakat sonra dışarı değil kenefe bile çıkamazsın.”

      “Sarhoş öyle yere gider mi? Zom olduktan sonra her yer orası demektir.”

      İçerideki konuşma böyle sarhoşça bir hâlde geçmekte iken dışarıda Uncu Ahmet’in sorgusu sürüyordu. Uncu hep öyle dikbaşlı cevaplar veriyor, hiçbir korku eseri göstermeyerek kendisi mahallelinin gözünü korkutmaya uğraşıyor ve diyor ki:

      “Sokak kapımı kırdınız. Evimin en gizli yerlerine kadar girdiniz. Namus muhafazası bahanesiyle ırza, namusa saldırıyorsunuz. Bir adamın evi ırz ve namusunun mahfazasıdır. Hiçbir sebeple böyle kapı kırarak oraya girilmez. Size pencereden söyledim, işte yine söylüyorum, aradığınız adamlar bu evde yoktur. Her tarafı açayım, göstereyim. Eğer burada bu gece bir tek erkek bulabilirseniz cezama razıyım. Bu belli olduktan sonra sebep olanlar için en ağır, en şiddetli adalet hükmünü isteyeceğim. Masum olduğum meydana çıktıktan sonra bu kapı önündeki toplanmış halka birtakım garez sahiplerinin onları kandırmış olduklarını, onun için öfkelerini onları aldatanlara çevirmek lazım geleceğini ve bana da tarziye vermeleri30 icap ettiğini anlatacaksınız.”

      Herif böyle üst perdeden ve pek kuvvetle kabahati üstünden atıp kendisini müdafaa edince komiser ve mahalleli hep şaşırır. Hasan Efendi çok rahatsızlık veren tereddütler altında titremeye başlar, kabahat ispat edilemezse büyük bir belaya gireceğini anlar. İmam ve muhtarlar da korku ve telaşa düşerler.

      Ve bu gece orada erkek bulunmadığı hakkındaki Ahmet’in cesurane iddiaları, apaçık bir yalan. Hasan Efendi bunda hiç şüpheye düşmez, çünkü akşamdan sayılarıyla ve hemen hemen şekilleriyle eve girdiklerini pek açık olarak gördüğü erkekler, sonra işittiği o heyheyler, sarhoş, zampara ve çapkın konuşmaları, şakaları, bu hakikatler hep birden rüya olamaz. Hele içeride hâlâ duran rakı sofrası inkârı imkânsız bir maddi vesika değil midir? İşin içinde bir orostopolluk var ama bunu nasıl çıkarmalı? Uncu Ahmet mahalleliye karşı kurduğu bu dalavere dolabının mükemmelliğine güvenerek en belli gerçekler önünde hâlâ riya maskesiyle küstahça böbürlenip etrafını korkutmaya çalışıyor. Allah saklasın, bu hile meydana çıkarılıp ispat edilemezse o namussuz herif davayı kazanacak gibi bir üstünlükle namuslulardan intikam alacak.

      Bunları düşünerek Hasan Efendi’nin beyni ateş kesiliyordu. Bu yolda geçinenlerin elbette kendilerince bir tecrübeleri, dolapları vardır. İğrenç sanatlarını görecekleri bir evi mutlaka bazı şartlara uygun olmak üzere kiralarlar. İslam mahallesi arasındaki gizli bir umumi ev, kuşatılma zamanındaki korunması, girme ve çıkma imkânları düşünülen bir kale gibi baskın olduğu zaman zampara gizlemeye veya kaçırmaya uygun surette tertip edilmesi lazımdır. Acaba bu evin yer altında gizli mahzenleri, başka bir yere çıkar tonoz yolları mı vardır?

      Hasan Efendi bu evin içini kendi evi kadar iyi tanıyordu. Ne mahzeni vardı ne sarnıcı. Bir yanı sokak, öteki yanı bahçe idi. Başka bir evle bitişikliği de yoktu.

      Hasan


Скачать книгу

<p>28</p>

Adsız parmak: Yüzük parmağı. (e.n.)

<p>29</p>

Avalim sosti: Kabadayının karşısındaki kişiye seslenme sözü. (e.n.)

<p>30</p>

Tarziye vermek: Gönül almaya çalışmak, özür dilemek. (e.n.)