Mutfak Çıkmazı. Yücel Tahsin
yoktu. Yatağına baktığı zaman bir garip tiksinti başlamıştı içinde. Şimdi, sokaklarda yürüdükçe, büyüyordu, her şeye, her yere uzanıyordu. Her şeyi, her yeri kaplamaya başlıyordu. En kötüsü, en korkuncu buydu, bu tiksintiydi. Havaya karışmış bir zehir gibiydi, soluğunu kesiyordu. Bir kahveye girdi, kendi hallerinde insanlar gördü, hemen çıktı. Bir muhallebiciye girdi, orada da duramadı. Bir yerlerde duramıyordu. Kaçmak geliyordu hep içinden. Nereye kaçacağını bilmiyordu. Düşünmüyordu da. Bilse bile, düşünse bile kaçamazdı: güçsüzdü, zorlukla sürüklüyordu ayaklarını. Gelip geçen insanlara hışımla, sonsuz bir kinle bakıyordu. Sessiz, zararsız insanlardı hepsi de, kar altında koşuyorlardı. Hiç kimseye zararları dokunmuyordu. Ama şimdi Divitoğlu her şeyden tiksinmekteydi. Güven duygusunu, iyilik, kardeşlik, dostluk duygusunu iyiden iyiye silmek istiyordu içinden. Bir kez aldatılmıştı. Daha fazla aldatılmak istemiyordu. Hiçbirine güvenmiyordu insanların, hiçbirini sevmiyordu. Damla damla göklerden inip çukurlarda toplanan, toplandıkça, birleştikçe çirkinleşen, kirlenen, sel olup köylere inen, hayvanları, çocukları, bitkileri pisliğinde sürükleyip öldüren, soysuzlaşmış sulara benzetiyordu onları. “Her şeyi kirlettiler,” diyordu ikide bir.
Bir simitçi gördü. Bir tıfıl çocuktu simitçi. Islak yüzü tertemizdi. Canı simit istedi Divitoğlu’nun. Cüzdanını çıkarınca yeri yokken tüm parasını dikkatle saydı. Parası çok azalmıştı. Tiksintisi daha da kabardı. “Bu da onların yüzünden,” dedi dişlerinin arasından. “Hepsi kör,” diye söylendi. Hepsi kördü, hepsi suçluydu: zorbaları alkışlayan onlardı, kötüleri el üstünde tutan, göklere çıkaran onlardı, iyileri, zayıfları, iyiliği, zayıflığı sinekler gibi ezen onlardı. Bu dünyayı onlar bu duruma getirmişlerdi, bu kent, bu sokak, bu pis kaldırım, bu iğrenç havayı onlar bu duruma getirmişlerdi. Belki de hepsi Emel’di. Hiç değilse Emel’dendi hepsi de, hepsi de Emel’in çirkin bir gölgesiydi. Emel’i sevdiği söylenemezdi şimdi, şimdi hiç kimseyi sevmiyordu. Azıcık sevgisi varsa kendi kendineydi. Sağlam bir inanç vardı içinde, iyiden iyiye duyuyordu: bunlardan, bu insanlardan değildi kendisi. Belki böndü, budalaydı, belki değersiz bir kişiydi, ama bunlardan değildi, yabancısıydı hepsinin. Onlar arasında harcadığı çabaları, onlarla geçirdiği saçma sapan günleri düşündükçe kendi kendine de kızıyordu. Şimdi eski düşlerini bile hor görmekteydi. Yargıtaya üye olacaktı da ne olacaktı sanki? Kimlere çalışacaktı? Beyinleri, yürekleri çamurlaşmış, içinden pazarlıklı insanlara mı?.. “Deliymişim!” dedi kendi kendine. Gene kaçmak geldi içinden, başsız, sonsuz, delidolu bir istek, arkasından itti durdu. Issız sokaklara saptı, serseriler gibi dolaştı. Bir insan gördü mü başını çevirdi, görmek istemedi. Midesi bulanıyordu.
Akşam oldu. Kar yağmura çevirdi. Divitoğlu yorulmuş, bütün gücü tükenmişti, her adımda sarhoş gibi sallanıyordu, düşüp bayılacaktı nerdeyse. Gene de dişini sıktı, dolaşıp durdu yağmurun altında. İliklerine kadar ıslandı. Sonra karanlık bastırdı. Divitoğlu biraz durakladı mı, bir saçak altında azıcık dinlenmeye kalktı mı Emel’i düşünmeye başlıyordu elinde olmadan. Onu düşünmekten, ona seslenmekten korkuyordu, bunun için bir yerlerde durmuyordu, ama en sonunda dayanamadı: soğuk bir duvara yaslandı. Yüzündeki suları sildi. Emel’den çok yalnızlığı, yorgunluğu, açlığı duydu bu kez. Sonra ılık bir özlem uyandı içinde, yağmurlu gökler gibiydi, bulanıktı, kimeydi, neyeydi, nedendi, bilmiyordu. Başını yukarı kaldırdı birden. Camı açık bir pencere gördü. Pencerede bir genç adam sigara içiyordu. Divitoğlu sigara içen adamı kıskandı. Sonra birden şaşkınlıkla gözlerini ayırdı. “Hay Allah, Murat bu!” diye söylendi. Karşıya geçti…
Murat şaşkınlıktan donakaldı. Konuşamadı bir zaman.
“Bu ne hal, İlyas?” dedi neden sonra. “Ne oldu böyle sana?” dedi. Boynuna sarıldı. Mosmor yüzünü öperken ağzını kokladı. O zaman daha çok şaşırdı: ağzı içki kokmuyordu Divitoğlu’nun. Divitoğlu öyle sık sık, sırılsıklam içenlerden değildi ki! Varsa yirmi dört saatlik bir açlık kokusu vardı ağzında, başka koku yoktu.
“Gel, durma, gel, otur şöyle,” dedi Murat. “Ayakların çok ıslanmış, çıkar kunduralarını. Şu terlikleri giy hemen. Çoraplarını da çıkar. Oho! Sucuk gibi ıslanmışsın sen! Pantolonunu da çıkar. Dur, sana pijama getireyim,” dedi.
Murat söyledi, o yaptı. Sonra büzülüp oturdu. Suçlu çocuklar gibi önüne bakıyordu. Belki Murat’a da kızıyordu…
“Sende bir şeyler var,” dedi Murat. “Merak ettim, çabuk söyle: ne oldu? Emel’le mi bozuştun?”
Divitoğlu içini çekti.
“Emel yok artık,” dedi. Yalnızdı da kendi kendine söyleniyordu sanki. “Emel yok artık,” diye yineledi.
Murat koltuğunu değiştirdi, daha çok yaklaştı.
“Neden?” diye sordu. “Ne yaptı, ne diye kızdırdı seni? Yoksa sen mi bir şey yaptın, sen mi onu küstürdün? O küstüyse hiç aldırma, barışırsınız. Böyle şeylerden anlarım. Emel’i de iyi tanırım, çok sever seni. Hiç kendini üzme,” dedi.
Divitoğlu umutsuzca başını salladı.
“Beni beğenmiyor,” diye söylendi, ağlıyordu sanki. “Bitti artık, o iş bitti: beni istemedi. Bu konuyu kapatalım, bir daha da açmayalım, olur mu?” dedi.
Murat da dediği gibi yaptı. Anlayışlı çocuktu, başka şeylerden söz etti. Art arda nükteler yaptı, fıkralar sıraladı, sevgilisini anlattı, güldü, kahkahalar attı. Ama İlyas hiçbirini dinlemedi bunların, boş gözlerle dostuna baktı yalnız, başka bir şey yapmadı. Hizmetçi kahve getirdi. Az sonra da kapı çalındı. Kısa boylu, şişman bir adam geldi. Oldukça yaşlı bir adamdı. Ama yaşlılarla yaşlı, gençlerle genç olanlardandı. Gevrek gevrek gülüyor, durmadan konuşuyordu. O da bencilin biriydi, kendinden, kendi yaşayışından söz ediyordu hep: bekârdı, küçük bir memurdu…
“Ama yaşamımdan memnunum,” dedi. “Bir zamanlar epey güçlük çektim, ama şimdi buldum kolayını. Her akşam yemek pişiriyorum evde. Bir de sefertası aldım, on bir liraya. Öğleleri lokantaya gitmiyorum, çalıştığım yerde yiyorum yemeğimi. Yaşamımdan memnunum. Hem karnım doyuyor, hem zaman geçiyor, hem de masraf az oluyor, param bana yetiyor artık,” dedi. Bir kahkaha daha attı.
Murat da güldü. Ama Divitoğlu sanki taş kesilmişti. Tüm varlığıyla adamı dinliyordu şimdi. Gözlerini üzerinden ayıramıyordu bir türlü, deli deli bakıp duruyordu. Adam da anladı işi, anlayınca da irkildi, duraladı. Yüzündeki gülümseme ufalıp inceliverdi birdenbire. Ama çabuk toparlandı, gene yaydı suratına gülümsemeyi. Hiçbir şey olmamış gibi Murat’a döndü.
“Allah seni inandırsın, yemek yapmak hiç de öyle zor değil,” dedi. “Hele benim yemeklerim… Yüz gram pastırma alırsın, iki-üç yumurta kırarsın üstüne, olur bir yemek… Yarım kilo et haşlarsın, biraz patates eklersin, biraz da havuç, olur bal gibi bir yemek. İki gün yersin, parmaklarını da yersin,” dedi.
Daha da sürdürecekti. Ama İlyas birdenbire ayağını yere vurdu. “Sus!” diye haykırdı. “Sus artık, yeter!”
Adam gene İlyas’a döndü. Yüzündeki gülümseme bir ufaldı, bir yayıldı. Yüzündeki gülümseme bir tuhaftı.
“Pilavı var sonra bunun,” dedi. Gözleri İlyas’taydı şimdi. “Pilavı var, makarnası var. Hem doyurur, hem ucuza…”
Sözünü tamamlayamadı. Çünkü İlyas’ın elleri yakasındaydı. İlyas var gücüyle sarsıyordu adamın yakasını. Gözleri kocaman kocamandı.
“Sus dedik sana!” diye bağırdı, çok kızgındı.
Adam