Mutfak Çıkmazı. Yücel Tahsin
güzel kokuyor!” dedi sonra. “Çok aptalmışım, anlayamamışım seni, büyük aşçı gözlerimin önündeymiş, tanıyamamışım,” dedi. Alay mı ediyordu, yoksa düşündüğünü mü söylüyordu, anlaşılmıyordu. Ama taşkın bir sevinç içindeydi. Sevinci İlyas’a da geçiyordu. İlyas şimdi çok rahattı, artık utanmıyordu.
“Ye de ondan sonra konuş,” dedi.
Emel çatalı, bıçağı eline aldı. İlk lokmayı ağır ağır çiğnedi. Yutar yutmaz yerinden kalktı. Dosdoğru İlyas’a gitti, eğildi, alnından öptü.
“Çok güzel!” dedi. “Yemeğin çok güzel olmuş, Divitoğlu. Çok iyi aşçısın. O kadar güzel ki… bu kadar olur…” diye ekledi. Sonra gene çatalını eline aldı, yeniden başladı haşlamaya. Her lokmada bir şey söyledi.
Divitoğlu hiç sesini çıkarmadı. Gözleri Emel’den ayrılmıyordu. Öpülen yerin yumuşak sıcaklığını duyuyordu alnında. Sıcaklık gittikçe artıyor, derinleşip dağılıyor, her yanına yayılıyordu. Divitoğlu bedeninde sıcaklığın yayılışını dinliyordu. Hem çok hoştu, hem korkunç. İçinde bir yerler titriyordu Divitoğlu’nun, başı dönüyordu, şimdi deli deli bakıyordu. Ama Emel onu çoktan unutmuştu, yediği yemeğe vermişti kendini. Yemeğin eşsiz tadını benliğine sindirmek istiyordu. Haşlamanın gittikçe azalmasına üzülür gibiydi, çok ağır yiyordu. Ama yemek azaldıkça azaldı, en sonunda boşaldı tabağı. Tabak boşalınca başını çevirdi.
“Yemeğin çok güzel olmuş. Böylesini az yedim ömrümde. Bunu hiç unutmayacağım,” dedi.
Divitoğlu gene yanıt vermedi. Sıcaklığı dinliyordu. Sıcaklık tüm damarlarında geriniyordu. Damarlarını patlatmak istiyordu sanki ya da çıkmak, ilk geldiği yere dönmek istiyordu. Evet, öyle, duyuyordu iyice: geri dönmek istiyordu! Divitoğlu ayağa kalktı, artık dayanamıyordu! Sıcaklığı boşaltmaya çalıştı. Ama boşalmıyor, artıyordu, başını döndürüyordu Divitoğlu’nun, o gene de vazgeçmiyordu. Sonra Emel birden geriye çekildi, elinin tersiyle ağzını sildi.
“Yaramazlık istemem!” dedi. “Divitoğlu, ne biçim şey bu yaptığın! Sana yakışır mı! Bilmez misin, dostlar böyle öpüşmez,” dedi, gene yıktı şıkır şıkır umutları.
Divitoğlu zorlu bir yumruk yemiş gibi sarsıldı. Bir şeyler koparmak, bir şeyler kırmak, bir şeyleri yıkmak geldi içinden, az önce yaptığını bir daha yapmak, ne olursa olsun yeniden başlamak geldi. Ama korkunç güçsüzlüğünü duydu birdenbire, durmadan küçüldüğünü, alçaldığını duydu. Alçalışı, küçülüşü durdurmak istedi, yumruklarını sıktı.
“Bu ilk öpüşmemiz değil ki!” dedi. “Sonra sana dost gözüyle baktığım da olmadı.”
“Ama ben hep dost gözüyle baktım sana.”
“Gene de o kadar seviştin benimle.”
“Yanılmışım.”
“Neden?” dedi Divitoğlu. Gene yerdeydi gözleri. “Neden? Beni beğenmiyor musun? Neyimi beğenmiyorsun?” diye üsteledi. Ama iyi biliyordu: yersiz ve saçmaydı sözleri, hiçbir şeyi değiştirmeyeceklerdi, gene de söylemeden edemiyordu. “Söylesene, neden?” dedi bir daha.
“Yemeklerin güzel,” dedi Emel, besbelli, işin alayındaydı. “Haşlamayı beğendim. Seni de severim. Ama bir dost gibi severim, başka türlü değil. Başka türlü seveceğim adam da gelecek. Kimdir, nasıldır, ne yapar, nelerden hoşlanır, neleri sever, orasını bilmiyorum şimdilik, ama bir gün çıkıp gelecek,” dedi.
Divitoğlu kendi kendini yiyordu.
“Saçma,” diye homurdandı.
“Saçmalayan sensin!” dedi Emel. Gözleri uzaklardaydı. Dizlerini kollarının arasına almış, başını sola eğmişti, kımıldamıyordu, resim çektirecekti sanki. “Biliyorum: çıkıp gelecek bir gün. Gelecek, ya!.. Sen de göreceksin. Seni çok sevecek. Ama ne zaman gelecek, bilmiyorum. Beklemek de hiç çekilmez, bitirir insanı, bilirsin. Bunun için şimdi yalnız bırakma beni. Dostum ol, beni bırakma. Fazla bir şey de isteme. Dostlukta karşılık aranmaz. Oldu mu? Evet mi?” dedi, sesi değişivermişti, şimdi yalvarır gibiydi.
Ama Divitoğlu sinirliydi.
“Alay etme benimle!” dedi. “Hiç değilse bunu yapma: alayı bırak!”
“Saçmalama, Divitoğlu, gene saçmalama!” dedi sevgilisi. “Ben seninle nasıl alay ederim? Bunu benden bekler misin?”
“Peki, neden geldin öyleyse? Geçen gün her şey bitmişti.”
“Geldiğime sevindim. Yaşamımın en lezzetli yemeğini yedim bugün.”
Divitoğlu öfkesinden, kederinden ağlayacak gibiydi.
“Yemek için gelmedin,” diye inledi. “Haberin yoktu. Alay etmeye geldin. Durumumu merak ediyordun. Ağlayıp ağlamadığımı sormandan belliydi. Ben ağlamam! Senden nefret ediyorum!”
Emel şaşkın şaşkın yüzüne baktı.
“Demek benden nefret ediyorsun?” diye sordu.
Ne nefreti! Tam tersine, ona doğru bir sonsuz istek büyüyordu içinde. Nefret etmek gerektiğini düşünüyordu, aklı öyle istiyordu, ama nefret etmiyordu.
“Evet!” diye gürledi. “Evet, senden nefret ediyorum, senden tiksiniyorum!”
Emel gülümsedi. O da inanmıyordu, belliydi, için için gülüyordu bu sözlere. Ama ne de olsa kadındı! Üste çıkmak istedi hemen.
“Peki, düşüncemi değiştirirsem?..” diye sordu. “Hemen şimdi düşüncemi değiştirirsem?.. Senin dediğini yaparsam?..”
Gözleri büyüdü Divitoğlu’nun, gözlerinde beklenmedik bir umut parladı, bir kez daha yenildi:
“Sahi mi? Değiştirecek misin?” dedi. “Değiştireceksin, değil mi?”
Emel başını salladı.
“Hayır, hiçbir zaman,” dedi. “Hiçbir zaman değiştirmeyeceğim. Ama gene de dostunum, dostluk da güzel bir şey, dost kalalım, Divitoğlu.”
Divitoğlu yüzükoyun yatağına attı kendini, yüzünü avuçlarına aldı, sıkmaya başladı.
“İstemem!” diye inledi. “Dostluğunu kendine sakla. Bir daha gelme evime. Sokakta görürsen selam verme, benden de bekleme. Senden nefret ediyorum. Hadi, durma, git buradan, çabuk git!” dedi.
Emel işkenceden bıktı. Sessizce çıktı odadan. Divitoğlu tüm varlığıyla ayak seslerini dinledi. Ama beyni uğultular içindeydi, dış kapının açılıp kapandığını işitmedi. İşitmeyince gene umutlandı. Birden kalkıp kapıya koştu. Kapı çoktan kapanmıştı. Donakaldı. Bir zaman öylece durdu olduğu yerde. Sonra “Allah belasını versin!” diye söylendi. “Bana göre bir kız değil, insan bile değil!” Şimdi gerçek bir tiksinti duyuyordu içinde. Her şeyden, herkesten tiksiniyordu gene. “Allah bin belasını versin!” dedi. Tüm insanlardan tiksiniyordu. Evine kapanacaktı artık, hiç çıkmayacaktı, kendi kendisiyle yetinecekti, kararı karardı. Paltosunu giyip pazara indi. Et aldı, yumurta aldı, sucuk, pastırma aldı, patates aldı, beş ekmek birden aldı. Evine döndü. Yalnız yemekle uğraştı. Üstüne başına bakmadı, çamaşır değiştirmedi, tıraş olmadı. Tam altı gün dışarıya çıkmadı. Tam altı gün hiç kimseyi görmedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «ЛитРес».
Прочитайте эту книгу