FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ. AHMED MİDHAT EFENDİ
ki bu çocukların giyinmesi kuşanması doğrusu, söz götürmezdi. Beyoğlu’nda çocuk kıyafeti olarak her ne moda olur da duyulursa Merakî Efendi herkesten önce onu alıp çocuklarına giydirmeye mecburdu. Ha! Bak, biz şunu söylemeyi unuttuk. Bizim Mustafa Merakî Efendi’nin ismi yalnız Mustafa Efendi’dir. Merakî lâkabı kendisine sonradan verilmiştir, zira bu adamın bazı garip halleri olup meselâ kendi evinde mükemmel yemeği dururken bazı akşamlar, gidip Beyoğlu’nda bir bakkal dükkânında çiroz ve zeytin gibi şeylerle akşam yemeği yemesine dostları itiraz ettikçe, “Ne yapalım merakımdır!” ve meselâ bazı geceler Naum’un Tiyatrosu’na bedel Elmadağ’ında balıkçı ve kuşbaz takımının gittikleri yerlere gitmesine bir mana veremeyenlere, “Merak bu ya!” gibi karşılık verdiğinden “Merakımdır” “Merak bu ya!” “Merakıma dokundu” “Merakıma elvermez” sözleri kendisine “Merakî” lâkabının verilmesine sebep olmuştu.
Buraya kadar söylediğimiz sözlerden bizim Felâtun Bey’in geçmiş halleri hakkında alınacak bilgilerle ortaya çıkacak düşünce yeterlidir. Şimdi, bakışlarımızı Mustafa Merakî Efendi’nin kırk beş yaşında bulunduğu zaman oğlu Felâtun Bey’in yirmi yedi ve kızı Mihribân Hanım’ın da on dört yaşlarındaki hâllerine çevirelim. Bu esnada Felâtun Bey, büyücek kalemlerin birisinde memurdu; lâkin hani ya kalemlerde bazı efendiler vardır ki doğrusu ileride devletinin en büyük makamlarını tutabilmek için kâtiplik zamanını gece gündüz çalışmak ve içinde bulunduğu dairenin değil, belki devletin tüm işlerini bilmek için iğne iplik gibi gayret ediyordu. Böyle gayretli kişileri tanırsınız ya? Bizim Felâtun Beyefendi bunlardan değildi. Nesine lâzım? Ayda en az yirmi bin kuruş geliri olan bir babanın bir tek oğlu olup kendisi ise filozofça düşünceleri gerçekten Eflâtunlardan daha ince bulmakla âlemde yirmi bin kuruş geliri olan adamın başka hiçbir şeye ihtiyacı kalmayacağına karar vermiş ve fazla olgunluğu beğendiğinden cuma günü mutlaka bir seyir yerine gidip cumartesi ise dünkü yorgunluğunu çıkarır ve pazar günü seyir yerleri daha alafranga olduğundan gitmezlik edemezdi. Pazarın yorgunluğunu da pazartesi çıkarırdı. Salı günü kaleme gitmeye hazırlansa da havayı uygun görünce Beyoğlu’nun bazı ziyaret yerlerini, baba dostlarını, arkadaşlarını ziyaret arzusu, o günü de tatil ettirirdi. Çarşamba günü kaleme gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vakti, ancak o haftanın olaylarını anlatmak için bulup akşam için mutlaka iki dalkavukla gelirdi. Bunlar da kendisi gibi genç olduklarından ve özellikle Felâtun Beyefendi, Beyoğlu’nda oturduğundan dostlarını alafranga bir yolda eğlendirmek lâzım geleceğinden perşembe gecesini alafranga eğlence yerlerinde geçirirdi. O gece sabahlandığı yerde perşembe günü akşama kadar uyunurdu. Nihayet yine cuma gelir ve işte şu bir haftalık meşguliyet nasılsa diğer haftaların meşguliyetleri de yine neredeyse onu andırırdı. Ya, böyle haftada üç saat kaleme giderek onu da hikâye anlatmakla geçiren bir delikanlı ne öğrenebilir? Nasıl, ne öğrenebilir? İşte Felâtun Bey öğrenmiş ya? Yazısı var, okuması var, Fransızcası var. Zeki, uyanık, kurnaz, özellikle ayda babasının yirmi bin kuruş da geliri var! Dünyada bir adamın öğreneceği daha ne kaldı? Bak, Allah için söyleyelim: Felâtun Bey’in yeni yayınlara merakı pek fazladır. “Canım şöyle bir hikâye basılmış,” dediler mi Felâtun Bey için, “Onu görmedim,” demek imkânsızdı. Herhangi kitap çıkarsa çıksın satıcılardan kendisine daima kitap getirmeye alışmış olan dağıtıcı, en önce Felâtun Bey’in kitabını götürüp Beyoğlu’nda Mücellid3 H’ye teslim eder ve o da alafranga olarak cildin arkasına altın yaldız ile A ve P harflerini de bastıktan sonra götürüp Felâtun Bey’in uşağına verir ve akşam bey gelince kitabı görüp gayet muntazam kütüphanesine koyardı.
Fransızca bu iki harfi tanırsınız ya? Birisi (Elif), birisi (P) harfleridir. Önceki, Ahmet Felâtun Bey’in isminin ilk harfi ve ikincisi Felâtun kelimesinin Fransızcası olan Platon kelimesinin birinci harfidir. Alafrangada bir adamın isminin ya da isimlerinin böyle ilk harfi ya da harfleri konulmak vardır ki buna o adamın “markası” denilir. Meramımız burada Felâtun Bey’i kötülemek olmayıp onun halini ve tavrını okuyuculara lâyıklıca tanıtmaktır. Bunun üzerine şunu da ilâve edelim ki: Bizim Felâtun Bey bu kadar zengin olduğuna ve kendi hakkında güveni – yani halk ağzında – kibri de tam olduğuna göre tavrından, azametinden geçilmemek lâzım gelse de Felâtun Bey’in hâli bunun tersiydi. Alafrangalık hâli malûm a? Herkese tevazu göstermeye, herkesin yüzüne gülmeye insan mecburdur, hatta bazı kere Felâtun Bey’in yanında bulunan uşağı kendi beyini bir adamla gayet tatlı, nazik ve saygılı bir şekilde konuşuyor gördükçe, “Bu efendi bizim beyin çok iyi dostu olmalıdır,” inancına düşüyordu. Lâkin o adamdan ayrıldıktan sonra beyefendinin öfkeden çıldırmak derecesine geldiğini ve hatta sövüp saydığını görünce ve işitince uşak, şaştığından ne düşüneceğini de bilemiyordu. Gerçekten, eski düşünce sahipleri, arkasından sövüp sayacağı bir adamın yüzüne karşı böyle nezaket göstermeyi kendilerinin dava bildikleri mertliğe uygun bulmazlarsa da alafranga olanlar da mertlik, âdeta ahmaklıktan ibarettir diye düşünüyorlardı.
Burada Felâtun Bey’in uşağını anlattık da hâlini birazcık olsun söylemedik. Bu Mehmetçik, Gastangalı’dan4 yeni gelmiş, daha dünyayı öğrenmemiş, ayda yüz kuruşun tutkunu; ensesine sevgi ve aferin makamında bir tokat vurulmasının mecburu bir adam olup hizmet ettiği efendinin bir oğluyla bir kızı olduğunu öğrenmeyi başarmış ve hatta oğlunun ismi “Pantolon Bey” ve kızının ismi de “Merdüvan Hanım” olduğunu bellemişti. Ne zannettiniz ya? Felâtun isminden “Pantolon” kelimesini ve Mihribân isminden de “Merdüvan” kelimesine geçebilmek fazla zekâya bağlıdır. Mehmetçik, asıl büyük efendiye de “Meraklı Efendi” dese de efendisinin isminde lâm5 olmadığı için bunu doğru söylememekte olduğunu anlayarak mahcup oluyordu. Hem bizim Mehmet, memleketindeyken Amme cüzüne6 kadar okumayı da başarmıştı!
Merakî Efendi’nin alafrangalığıyla beraber böyle bir Mehmetçiği konağına kabul etmiş olmasına şaşmayınız. Onu terbiye edecekti, hatta terbiye etmeye başladı bile. Bir gün, “Mehmet, beyefendi ne yapıyor?” deyip de Mehmet’ten “Çorba içiyor,” cevabını alınca “Oğlan öyle söyleme! Ona alafrangada supe yiyor derler,” demiş ve Mehmet, “Hayır efendim! Allah göstermesin! Sopa yediği yok, çorba içiyor,” dediği hâlde Merakî Efendi, meraklanmayıp, “Oğlum! Alafrangada çorbanın ismi supedir, bunları birer birer öğrenmeli,” diye bir nasihat vermişti. İşte anlayınız ki Mehmet de yavaş yavaş alafranga olacaktır. Nasıl olmasın ya? Olmamak mümkün mü? Büyük efendi neyse, ama küçük bey Fransızcadan başka söz söylemiyor ki! Sütlü kahve isteyeceği zaman “kafe ole” diyor Mehmet ise bunu “kavala”dan başlayıp önceden öğrenmiş olduğu “karyola” kelimesine kadar uygulaya uygulaya ister istemez öğreniyor.
Felâtun Bey’in kıyafetini sorarsanız tariften aciz olduğunu belirtiriz. Şu kadar diyelim ki hani ya Beyoğlu’nda elbiseci ve terzi dükkânlarında modaları göstermek için mukavvalar üzerinde birçok resim vardır ya? İşte bunlardan birkaç yüz tanesi Felâtun Bey’de mevcut olup elinde resim, boy aynasının karşısına geçer ve kendini resme benzetinceye kadar mutlaka çalışırdı. Bu nedenle kendisini iki gün bir kıyafette gören olmazdı ki “Felâtun Bey’in kıyafeti şudur,” demek mümkün olsun.
Bak! Şeklini ve simasını pek kısaca tarif edebiliriz. Ortaca boy, ince endam, sarıca beniz sahibi bir delikanlı olup kaşları gözleri siyah; saçları, ağzı burnu filânı hep bir kadının “elverişli” diyeceği kadar güzellikteydi. Mademki Felâtun Bey hakkında bu kadar bilgi aldık, biraz da Mihribân Hanım hakkında bilgi alalım: Bu kızın, her şeyce olduğu gibi şekil ve simaca da Felâtun Bey’in kardeşi
3
Kitap ciltleyen
4
Gastangalı: Kastamonu
5
Arapçadaki
6
Amme Cüzü: Nebe suresiyle başlayıp Nâs suresi ile biten Kur’an-ı Kerim’in otuzuncu ve son cüzü