FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ. AHMED MİDHAT EFENDİ

FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ - AHMED MİDHAT EFENDİ


Скачать книгу
altını verdi.

      Haydi bakalım, bu parayı aldığı zaman şu Râkım Efendi’nin ne kadar sevinmiş olduğunu kim hesap edebilir?

      Boşuna, kimse hesap edemez. Zavallı Râkım, o zamana kadar bu miktar parayı Galata’da sarraf kutularından başka bir yerde görmemişti. Hele bir gün olup da kendisinin hem de el emeği olarak bu miktar paraya sahip olabileceği ihtimalini – gerçekten arzu ederse de – hiç düşünmemişti. Şimdi bu serveti, bu hazineyi avucu(nun) içinde görünce hâlâ kendisinin olduğuna inanamayıp bir hayli düşündükten sonra bu hazineye sahip olduğuna inandığı zaman gözlerinden dolu taneleri gibi sevinç gözyaşının akmasını engelleyememiştir. Ne o? Şaşırdınız mı? Hey kardeşim hey! İçinizde Râkım hâlinde büyümüş adam varsa düşünsün baksın, el emeği olarak ilk kazandığı paraya ne kadar sevinmiştir, hatırlasın. “Bir adamın yirmi altını olamaz mı?” diye düşünmek olmaz. İşte ömründe yirmi altını görmemiş ve insan olmak için ne lâzım ise ortaya çıkarma konusundan geri durmamış olduğu hâlde ilk defa olarak bu parayı kazanmış olan kişi, bizim Râkım Efendi’dir.

      Zavallı oğlan paraları alınca hemen evine koşup sadık dadısının önüne koydu. Ne dersiniz? Karıcık bunları görünce haddinden fazla bozulup, “Aman beyim! Bunları nereden buldun? Sakın…” diye âdeta büyük bir kötü düşünceyi söylemeye yaklaşmışsa da Râkım, akçenin geldiği yeri dadıya anlatarak onu, kendisinden daha fazla memnun etmiş ve “Ah! Validen sağ olaydı da senin böyle dört kese akçeyi birden kazandığını göreydi! Mevlâ rahmet eylesin!” dediği zaman kendi kendisini tutamayıp ağlamaya başladığı gibi, Râkım da ikinci defa olarak yine ağlamıştı.

      Sonra şu ilk serveti harcayacak yeri düşünmeye başladılar; çünkü biz Râkım’ın bu kadar paraya ilk defa olarak sahip olduğunu söyledikse kendisini açgözlülükle suçlamadık, aksine Râkım, fakirlik içinde tok gözlü olduğu hâlde büyümüş olduğundan eline para geçtiği zaman onu saklamayı mümkün değil uygun görmeyerek akçeyi, mutluluk sebebi bilir ve dolayısıyla mutluluğun ortaya çıkması yolunda sarf etmek için para kazanmayı severdi. Kendi dadısı: “Beyim! Bana kalırsa bu parayla birkaç kat elbise alırdık da halk içinde temiz temiz gezerdik,” dediyse de Râkım: “Hayır dadıcığım! Benim üstüm başım bana yeter. Birinci iş, seni artık halka hizmet etmekten kurtarmaktır; çünkü sen artık ihtiyarladın,” diye paranın yarısını, ayda yüz elli kuruş harcamak üzere dört aylık ihtiyaçları olarak ayırarak ve diğer yarısıyla da çok fazla harap olmaya başlamış evlerini tamir ettirdiler.

      Her başlangıçta, her siftahta bir bereket olduğuna büyüklerce inanılır. Bu inanç, bizim Râkım Efendi de ortaya çıkacak haller de gecikmedi. Kendisi Babıâli’ye gelişinde eksik olmayan yabancı gazeteleri baştan aşağıya süzerek aldığı bilgi üzerine diplomatlığa da güç vermiş olmakla, arada bir bazı gazetelere de yazılar yazmaya başladı. Bu hizmeti bir ara ücretsiz görüverirdiyse de matbaacılar kendisini yazı hizmetine devam etmeye mecbur etmek için haftada, on beş günde Râkım’ın eline birer ikişer lira kıstırmaya başladılar, hatta bu gelirlere sonraları daha fazla kazanç geldi. O kadar ki Râkım, haftada iki lira kadar sürekli gelmekte olduğunu görünce kalemi de terk etmeye mecbur oldu.

      Biz, bu ayrılışa üzüldük; çünkü koca Râkım, kalemde kalmış olsaydı verimli olacağından şüphe edilemezdi.

      Râkım, Frenk dostları bir ara çoğalttı. Bunların çoğalması kendisine bir alafranga arzuhâlcilik ve tercümanlık yolu açıp yabancılardan Türkçe bir nota, lâyiha, protesto, arzuhâl filân yazdırmak isteyenler işlerini Râkım’a havale ediyordu.

      Sözü uzatmaya neden mecbur olalım? Râkım, birkaç sene bu yola devam ettikten sonra ayda yirmi otuz liraya kadar kazanmaya başladı; fakat zavallı çocuk, bu parayı kazanabilmek için yirmi dört saat gününden yalnız yedi saat kadarını uyku ve dinlenme ve yemeye içmeye harcayarak on yedi saatini hemen sürekli çalışmakla geçiriyordu.

      Salıpazarı’ndaki evceğizini yenilemek suretiyle tamir ettirdi. Pek güzel ve kendine uygun döşetti, dayattı. Kendisine bir kütüphane tedarik etmeye başlayıp Türkçe ve Fransızca en seçkin eserleri topladı. Bu kadar masrafla beraber yine Râkım’ın kesesinde para eksik olmuyordu.

      Dadısı, Râkım’ı birkaç defa evlendirmeye kalkıştı. Râkım, kendisinin evlenmeye ihtiyacı olmadığını açıkladı. Sadık Fedayi, evin içine bir gelin gelmesini yalnız Râkım için istemeyip ihtiyarlık zamanında kendisinin de bir can yoldaşına ihtiyacını söyledikçe Râkım, işin bu tarafını uygun görerek bir cariye satın almaya karar verdi.

      Dadısı, tanıdığı bazı esircilere sipariş etmiş olduğu için öteden beriden birkaç Arap cariye geldiyse de Fedayi bunları bir, nihayet iki gün tecrübe ediyor, beğenmiyor, yine iade ediyordu. Bir gün Râkım Efendi, Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için Kumbaracı Yokuşu’na kestirmeden varmak üzere Karabaş’tan geçiyordu. Sözü edilen dere üzerinde ihtiyar, aksakallı bir Çerkez’in yanında bir kız olduğu hâlde bir kapıyı çaldığını gördü. Kıza dikkatle baktı. Baktığı anda yüreği kıza aktıysa da “Adam neme lâzım? Dadım beyaz istemiyor, Arap istiyor; bu bizim işimize gelmez,” diye alıp yürüyüvermişti; çünkü aksakallı ihtiyarın yanında bulunan kız beyaz, hem de güzelce bir Çerkez’di.

      Râkım alıp yürüyüverdi, ama ayakları bir türlü ileri gitmiyordu. Niçin olduğunu kendisi de bilmedi. “Canım bir kere görür, sorarsam almaya borçlu olacak değilim a?” diye geriye dönüp ihtiyar ve kız kapıyı açtırıp ve sonra da kapatmış olduklarından bu kere kapıyı kendisi çalmaya mecbur oldu. Açtılar. Râkım, ihtiyarı çağırdı, geldi. Kızın, cariye ve satılık olup olmadığını sordu. Cariye, satılıkmış. Görmek istedi. Gösterdiler. Uzun boylu, kara gözlü, kara kaşlı, ufarak ağızlı, güzel burunlu, kısacası; azaları ölçülü bir şeydiyse de gayet zayıf ve hastalıklı, on dört yaşında olduğundan öyle olur olmaz müşterinin beğeneceği gibi bir şey değildi; fakat neydi kızda o baygın bakışlar? Neydi mahzun tebessümler?

      Râkım, kızın elini kim bilir niçin; fakat ihtimale pek yakın ki âdeta şaşkınlığıyla kendi eline almış bulunduğundan, sonra da bırakmak aklına gelmemişti. Heriften fiyatını sordu. Yüz altın demesin mi? Herif, kızın değerinden söz etti. Ya, Râkım ne yaptı? Râkım, çocuk gibi ağladı. Ay kıza ne oldu? Zira o da Râkım’a karşı ağlamaya başladı. İhtiyar, ne mana vereceğini bilemedi. Bir kimsesine mi benzettiğini Râkım’dan sordu, bir cevap alamadı. Hayır! Râkım, kızı kimsesine benzetmemişti Size biz haber verelim: Râkım, âdeta Cenabı Hakk’ın kendisi gibi bir öksüze, böyle beyaz cariye satın almasına kadar lütfunu esirgemediğini, şükreden bakışlarından anladığından sevinçle ağladı. Evet! Râkım bu kadar hassas ve hisli bir çocuktu.

      İhtiyara, “Bu kızın değeri var mı, yok mu diye sormuyorum. Satılan şey bunun hürriyetidir. Hürriyetin, dünyalara değeceğini kabul ediyorum; lâkin benim seksen altından başka param yoktur. Bu paraya karşılık kızı verirsen alayım,” dedi ve ihtiyar, Râkım’ın ağlamasına inanarak, hatta yüz elli altın da istemediğine pişman olarak bir para aşağıya veremeyeceğini söyleyince, “Öyle olsun, bana yirmi altın için bir ay müsaade verirsen alırım,” demesiyle ve ihtiyarın da – zaten kızda ince hastalık hissetmekte bulunduğundan bir an önce elinden çıkarmak için – uygun görmesiyle hemen alıp verme işlemleri yapıldı.

      Ne dersiniz? Râkım, kızın elini eline almamış mıydı? Ta kız kendisine mal olduktan sonraya kadar elini elinden bırakmadı.

      Sonra Beyoğlu’na gitmekten vazgeçerek ihtiyarla beraber Salıpazarı’na geldiler. Kızı kapıdan içeriye salıverip kendisi dadısından akçesini istedi. Seksen altını esirciye saydıktan sonra yirmi altın


Скачать книгу