FELATÜN BEY VE RAKIM EFENDİ. AHMED MİDHAT EFENDİ
bu işleri hemen görmek üzere kalktı. Bu defa Kazancılar tarafından Beyoğlu’na çıktı.
Önemli iki işinden birisi Ermeni milletinden G. Bey’i görmekti; çünkü daha bir akşam önce adı geçen bey, hizmetkârını gönderip kendisini hemen çağırmıştı. Evi, Ağahamamı’nda bulunuyordu, onu evinde buldu. G. Bey, Silistre eyaleti(ndeki) koyunların vergisini almak için oraya gönderecek adamıyla Silistre Valisine bir dilekçe yazdıracakmış. Râkım bu dilekçeyi bir çeyrek içinde yazıp temize çekerek beye mühürlettirmekle beraber üzerini de mühürletti ve beyin yanındaki çekmece üzerine bıraktı. Başka bir emri olup olmadığını sormak için bekledikçe bey, yazıcısını çağırıp Râkım’ın görülecek hesabı varsa görmesini emretti. Bu emri verince Râkım mahcup olarak, “Ben diğer bir emriniz var mı diye beklemiştim,” dediyse de bey, Osmanlı bir adam olduğundan, “Verdiğim emir de emir değil midir? Bu emrin yerine getirilmesi de gerekir,” diye bir şaka yapıp biraz sonra yazıcı, elinde Râkım’ın üç aydan beri yazdığı evrakı içeren bir pusula olduğu hâlde içeriye girdi.
Bey, pusulayı alıp okumaya başladı. Bursa eyaletinin … senesi koyunlardan kalanın tahsil edilmesinin istenmesine dair Bursa Valisine on parça…
Bunun cevabına cevap; on (parça).
Varna Sancağı öşür vergisi ve koyunlarının bir senelik hesaplarının araştırılması için Mâliye Nezâreti Celilesi’ne alt yazılı bir defter ki altı sayfa üzerine yazılmıştır. Bu defter manasında bir de ayrıntılı yazı.
Ayrı mektuplar, bölüm sekiz…
Bey, pusulayı bu şekilde okuduktan sonra yine gönül ferahlığıyla, “Bunların hiçbirisi için bir para vermeyeceğim. Yalnız, Bursa’dan kalan bence ümitsiz bir parayken sadece iltiması güzel etmiş olduğundan tamamıyla tahsil edildi. İşte onun için beş – on parayı gözden çıkarabileceğim,” diye Râkım’a otuz lira verilmesini yazıcısına emretti.
Vay Râkım’da sevinç! Vay Râkım’da teşekkür! Hem de hislerin terazisi demek olan gözler yine yaşla dolarak bir teşekkür, ama kime? Kendisi gibi bir öksüze bir yardım yolu açmış olan cömertlik sahibi Allah’a!
Hakkını aldıktan sonra ikinci işine gitti. Bu ikinci iş İngiltere’den yeni gelerek Asmalımescit Sokağı’nda bir eve yerleşmiş olan oldukça kibar bir İngiliz ailesinin yanında görülecek işti; lâkin iş(in) ne olduğunu Râkım bilmiyordu. Yalnız, bir dostu kendisi için orada görülecek bir iş olduğunu haber vermiş olduğundan, körü körüne gitmişti. Vardı, dostunu da orada buldu. Meğer iş denilen şey, İngiliz’in iki kızına haftada birer gün Türkçe dersi vermekmiş. Râkım için iş bulunur da kabul edilmemek hiç mümkün olur mu? Herif iş makinesi! Bunu da memnuniyetle kabul etti. Kendisi aylık, haftalık filanlık için ağzını açmamış olduğu hâlde dostu, her defası için birer İngiliz lirası ayak teri takdim olunacağını söyleyerek kabulü için İngiliz tarafından rica etti. Râkım, hem utancından morarıp hem de Cenabı Hakk’ın bu lütfuna da teşekkür ederek, kızarıp işe karar verince dört yol ağzından Kumbaracı Yokuşu’na doğru ayakları sanki yere basmayarak indi. Tophane’ye, Karabaş’a varıp esirciler kahvesinde Çerkez’e rast gelince: “Gel baba, gel! Ben borçtan hoşlanmam. İşte paranı tedarik ettim. Bin kere şükür olsun. Cenabı Hakk hiç ummadığım yerden gönderdi,” diye yirmi altın borcunu vererek senedini kurtardı, hatta lüzumu bile olmadığı hâlde durumu şahitlere de haber verip, kalan serveti olan on altını cebinde olduğu hâlde evine canını attı.
Bu haberi de sadık dadısına müjdelediği zaman vay Fedayi’deki sevinç! Kıza muhabbeti bir kat daha arttı. Vermiş olduğu Canan ismine, meymenetli15 lâkabını da ilâve etti. İşte, hikâyemizi kendi adlarına anlattığımız iki kişinin, ikincisi de budur.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Râkım Efendi’yle dadısı, Cenabı Hakk’ın iyilik ve yardımının tamamlanması üzerine düşündükleri Canan’ın eğitimine ve terbiyesine başladılar. Zavallı kızcağızda bazı hastalıklar varmış. Geldiğinin ikinci günü Râkım, Galata’daki hekim dostuna koşup durumu anlatarak zavallı Canan hakkında hekimi değil, belki merhamet ve eksiksiz şefkatini de çağırdı. Birer sürücü hayvanına binip geldiler. Tabip, kızı etraflıca muayeneden ve halini, durumunu sorguladıktan sonra: “Kızda korkulacak hiçbir şey yok. Bu hastalığın kaynağı Kafkasya’ymış. O soğuk memleketten İstanbul gibi sıcak memlekete taşındıktan sonra kendi kendisine şifa bulur. Şimdi ben bir hap düzenleyeceğim, onu yutmalı. Siz de her sabah kalktığı gibi yüz elli dirhem kadar halis inek sütünü kaynatıp sıcak sıcak içirmelisiniz. Tozlu topraklı yerlerde gezmemeli, şarkı çağırmak filân için göğsünü incitmemeli. Arada bir geniş yerlere götürüp ve deniz üzerine çıkarıp hava aldırmalı. Sık sık nefes almaya mecbur olacak kadar yormamalı. Allah’ın izniyle bir şey kalmaz, zaten bir şey yok a! Bunları da dikkatli yapınız. Güzel kızcağızdır, Allah’a emanet,” dedi.
Dadı Kalfa, bu önlemlerin nasıl bir hastalık önlemi olduğunu anlayamamışsa da Râkım, işin farkına varmıştı. Tabibi teşekkürlerle iade ve bahsedilen tariflerin hakkıyla, özenle yapılmasını dadısına tekrar ifade etti. Zavallı Fedayi için böyle gariplere edilecek hizmet (için) uyarmaya gerek mi vardır? Arapçık, kızı kendi rahatı için getirmiş olmadı, güya kendi rahat ve huzurunun bütün bütün bozulmasıyla, kızın rahatı için oraya getirmiş oldu. Bu Arapların iyileri ne kadar iyi olur?
Canan bir tarafta eğitilip terbiye edile dursun, biz hikâyemizin şu tarafına bakalım.
Asmalımescit’teki İngiliz’in kızlarına verilecek ders için cuma günleri ayrılmış olduğundan cuma gelince Râkım, öğleden sonra saat yedide kalktı, oraya gitti. Bu İngilizlere kibardan demiştik. Hikâyemizin başlıca üyesinden birisi de bu İngiliz olduğundan durumu hakkında biraz bilgi almalıyız.
Evet! İngiliz oldukça kibardandır. Kibardandır, ama öyle lord, dük filân gibi asil soydan değil. Kâğıt alışverişiyle nakit varlığını beş yüz bin İngiliz lirasına ulaştırdıktan sonra ticareti bırakarak kalan ömrünü rahatça geçirmek için İstanbul’a gelmiştir. Zira herifin erkek evlâdı olmayıp aile halkı; bir zevcesiyle iki de kızından ibaret olduğundan ve bu kadar servetle kızlarını herkes alabileceği gibi zevcesi de bunlar arasında saadetle yaşayacağını hesap ettiğinden dolayı artık, İngiliz’i rahat rahat yaşamaktan hiçbir iş, hiçbir fikir, hiçbir düşünce vazgeçirememişti.
Atalarından zaten kendisine kalan isim Ziklas olup, zevcesi doğal olarak Misters Ziklas olarak anılıyordu. Kızları da bu ismi alabilirlerse de evin içinde büyük kıza “Can” ve küçüğüne de “Margrit” ismiyle sesleniyorlardı. Bu aile, Kanterburi şehri halkından olup yakınlıkları, başka ticaretleri nedeniyle de Fransızlarla daha çok görüşmüş olduklarından her (aile) üyesi pek güzel Fransızca konuşuyordu. Bu nedenle Râkım, kendileriyle (konuşurken) maksadını anlatmaya gücü yeteceğinden, ders hakkında da başarılı olacağını anladı.
Can ile Margrit hani ya şu, “Elmanın yarısı o, yarısı da bu,” demezler mi? İşte bu sözün somut örneğiydiler. İkisinde de fidan gibi boy, ince endam; fakat kıpkırmızı çehre, masmavi gözler, beyaza yakın açık lepiska saçlar! İngiliz kızları vesselâm! Gerçekten de tarifimizden bunların yüzlerine bakılmakla kalbe pek de rahatlık gelmeyeceği zannedilir; lâkin bu zanda acele edilmemelidir. Her güzelin kendisine has bir güzelliği olup, her güzel de o kendisine has olan güzelliği, rağbet edenlere beğendirip sevdirebileceği de tecrübeli kişiler tarafından onaylanmıştır.
Sözün kısası Râkım, bir tabaka âlâ İngiliz kâğıdı üzerine kalın kalemle “elif, be, te, se, cim, çe, ha, hı,
15
Uğurlu, bereketli, kutlu, mübârek