Aslında Her Şey Yolunda. Duygu Terim
gibi ilk gördüğü boş sandalyeye oturdu, yanına. Babası Aslı’ya gülümsedi. Tişörtleri ütüsüz, çocuğun üstünde sabahki çilek reçelinden bir pembelik. Babası çocuğun elinden tuttu, arkasındaki masaya geçtiler. Adamla Aslı sırt sırta vermiş oturuyor şimdi.
Çocuk ızgara balığın yanındaki patates kızartmasını yiyor önce. Babası bir cerrah titizliğiyle kılçıkları ayıklıyor, balık parçalarını yediriyor. “Sadece patates kızartmasıyla karnını doyuramazsın. Bak balığını bitir, söz ben sana patates kızartması getireceğim.”
“İşinize karışmak istemem ama,” dedi Aslı, “yakışıklı balığını bitirsin benim patatesimi de ona vereyim. Dokunmadım bile. Olur mu yakışıklı?”
Çocuk Aslı’nın işaret ettiği tabağa baktı. “Bunun kenayına petçap da sıkayız. Diğ mi babaa?” Adam, “Servise geç kaldık galiba, başka kızartma da kalmamış. Çok teşekkür ederiz,” deyip tabağı aldı.
Aslı’nın gözleri çocukta. Neşeyle bahçede koşturuyor, arada babasının yanına gelip gördüğü böcekleri anlatıyor. “Biy, iki, uç tane şaydım baba.” Çocuk her geldiğinde babası bir parça ekmek, bir lokma balık veriyor.
Yemekten sonra Aslı sandalyesini duvara dayadı. Adamın elleri çocuğun ıslak saçları arasında dolaşıyor. Babasının ona dalmayı öğrettiğini hayal etti. Kafasını iyice içine çekmesini, sonra derin bir nefes alıp tutmasını, ya da bu sırayla değil tersini. Oğlu suda ilerleyebilsin diye onu poposundan itiyor. Çocuk birkaç saniye sonra suyun yüzeyine çıktığında oraya kadar yüzdüğü için mutlu.
Aslı çocuğa göz kırptı. Çocuk gözlerini ondan kaçırmadı. Diliyle ağzının kenarındaki ketçabı yalıyordu. Göz kırpmaya çalışırken fark etti, kıvrık kirpikleri babasınınkiyle aynı.
“Sizi rahatsız etmedik umarım.”
“Aksine, sizi izlemek çok keyifli,” dedi Aslı.
“Annemiz uzun bir seyahate çıktı, biz de erkek erkeğe tatil yapalım dedik, değil mi oğlum?” Havadan sudan, otelden birkaç laf daha.
İkisi de ev şarabı sipariş etmiş yavaş yavaş içiyorlar, üzümün keskin tadını iyice hissederek. Çocuk Aslı’ya bugün havuzda neler yaptığını, yarın neler yapacağını anlattı. Elinden tutup onu böcekleri gördüğü yere götürdü. Adamla Aslı arasındaki yabancılığın gerilimi çocuğun varlığıyla buharlaştı.
Garsonun yanlarına gelmesiyle fark ettiler, masalar boşalmış, bahçede yalnız onlar var. “Başka bir arzunuz yoksa servisimiz kapanıyor.”
Babası çocuğun sağa sola saçılmış oyuncaklarını toplarken Aslı ayağa kalktı, bacakları titriyor, ağzı kupkuru. Cesareti şaraptan, ortadaki dört kişilik masayı işaret etti. “Çaylarımızı şu masada içelim mi? Sanırım buraya sığamayacağız.”
Bambaşka Bir Şey
Sonbaharın en uzun sürdüğü şehirde yaşamıyor, sürekli aynı kıyafetleri giymiyor gibi salon penceremi boydan boya kaplayan kitap kulesinin arasından dışarıya, havanın nasıl olduğuna baktım. Genç bir çift kaldırımdaki dev ağacı geçer geçmez tekrar birleştireceği ellerini birkaç saniyeliğine ayırdı. Gözümü kaçırdım.
Yaz demek terlemek, bacakları kolumla aynı inceliğe sahip kısa şortlu kızlar, asla giyemeyeceğim çiçekli bikinilerin sergilendiği mağaza vitrinleri, berelerin ve atkıların arkasına gizlenememek, daha çok evde kalmak demek. Neyse ki yaza daha çok var, dışarı çıkabilirim.
Sanki Yaradan iri ayasıyla burnumdan bastırmış, aynı kuvvet kulaklarımdan çıkmaya çalışırken orayı şişirmişti. Basık burnumla kepçe kulaklarımı görmezden gelen olursa diye, adeta bir uzvum haline gelmiş, yüzümün her yanına düzensiz biçimde dağılan sivilceleri de esirgememişti.
Antredeki sandalyeye oturdum, kerataya uzandım, ayakkabılarımı giydim. İş hanının asansörüne giden beş basamaklı merdiveni, bir ayağım üst öbürü alt basamakta, bastığım yere dikkatle bakarak yan yan indim. Asansöre ulaştım. Şimdiden nefes nefeseyim. Arkam girişe dönük kabinin köşesine geçtim, kapüşonumu örttüm.
Ha bire sağa sola meyleden ama bir türlü devrilmeyen son labut gibi sallana sallana binadan çıktım. İş hanının giriş katındaki tostçunun tabelası gözüme çarptı. “Tuncay Vitamin Bar”. Her zamanki gibi inanılmaz kalabalık. Başka insanların da acıkması hoşuma gitti. Eşofmanımın cebini yokladım. Gelen şıngırtılar kavurmalı kaşarlıya yetmedi. Gözlerim kaldırım taşlarının arasına sıkışmış çakıl taşına kilitlenmişken kasadaki adama parayı uzattım. Yüzüme bakmadan tost makinesinin başına geçti. Tezgâhın altından dört ekmek çıkardı, makinede hızla tepelerine bastı, bıçağa saplı margarini üstlerinde cızırdattı, benim tostumu verdi.
Kafamı yerden kaldırmadan yürürken iki şişman ayak yolumu kesti. Kaldırıma ikimiz birden sığamadık, kenara çekildim. Yüzümü gören hamile kadın yere üç kere tükürdükten sonra hafazanallah deyip uzaklaştı.
Kendimi en iyi hissettiğim yer evimle arasında üç dört sokak olan Adilhan Çarşısı. Öztürk’ün yanına gider otururum. Konuşmayız pek. Çay içeriz. Bana yeni gelen kitapları gösterir. Onları tasnif eder, tozlarını alırım. Bende olmayan bir kitap çıkarsa günlük yevmiyem karşılığında bana verir, evime dönerim. Benim evim de sığınağım da kitaplardır. Onlarla nefes alır, onlarla hayata tutunurum. Şişman, çirkin, içekapanık bir kadının gerçek hayatta fazla şansı olmadığına inanırım.
İnce bir poşetin içinde iki fasikül halinde yayımlanmış o kitabı bulduğumda Öztürk’e sordum. “Tanıyor musun bu yazarı? Adını ilk defa duydum.” Gözlüklerinin üstünden bakıp kafasını sağa sola salladı.
Kozmik Aşk ve Varoluşsal Denklemler kitabının adından sonra ilgimi çeken özelliği elyazısıyla yazılmış olmasıydı. Belli ki yazarı kitabını fotokopicide çoğalttırmış, Karanfil Sokak’ta yoldan geçenlere üç beş tane satmıştı. Belki birinin kitabını çok beğeneceğini, keşfedilen yazar olacağını, paraya para demeyeceğini düşünmüştü.
Kitabı alıp evime döndüm. Market poşetinden cipsleri ve biraları çıkardım. Süngeri iyice incelmiş, kolçakları saçlarım gibi tel tel dağılmış koltuğuma geçtim. Okumaya başladım.
Metnin beni bir anda içine çektiğini söyleyemem. Yazarın edebi kabiliyeti olmadığı belliydi. Karakter tek boyutluydu, tasvirler klişeydi. Olay örgüsünün yanı sıra yazarın da kafası dağınıktı. Kahraman bir sayfada Ankara Üniversitesi Fizik Bölümü’nde görevli bir öğretim üyesi, başka bir sayfada Anadolu Ateşi’nin başdansçısı oluyordu.
“Aşk hem lineer değildir hem de çoğu kez aynı boyutta yaşanmaz.” Büyük büyük laflar ediyor, ahkâm kesiyordu yazar. Üstelik söylediklerinden bir şey anlamıyordum. Bu kısım hariç: “Peki ya iki ayrı boyuttan iki insan birbirine âşık olursa ne olur?”
Kahraman “oldukça uzun boyu, alnını kapayan dalgalı kumral saçları, kalın kaşlarının altındaki güldükçe küçülen mavi gözleriyle bir bakanın dönüp tekrar baktığı” bir adamdı. Al Pacino’nun karizmasına, George Clooney’nin erkeksi yüz hatlarına sahip olduğunu yazmayı da ihmal etmemişti yazar.
Ben Tanrı’nın boş zamanına denk gelmiştim. Çirkin olmam için epey uğraşmıştı. Yüzüm orantısız, saçlarım gür olabilirdi mesela, olmadı. Basenlerim geniş ama belim incecik olabilirdi, olmadı. Yaradan bana doğuştan gelen bir mizah yeteneği vermiş olabilirdi, çirkin ama esprili diyebilirlerdi.
Tanrı