Alınan . Блейк Пирс
herkes bundan çok acı çekmişti. Beş yıl boyunca her şeyi geride bırakacağını düşünmüştü. Kilisenin onu gece bekçisi olarak işe alması iyi olmuştu. İşinin verdiği otoriteyi sevmişti. Güçlü ve işe yarar olmak hoşuna gitmişti.
Ama geçen ay onu işten çıkarmışlardı. Koruma becerileri yüksek, daha iyi referanslara ve güçlü bir bedene sahip birine ihtiyaçları olduğunu söylemişlerdi. Onu bahçede çalıştırmaya devam edeceklerine söz vermişlerdi. Bu işten kazandığı parayla hala bu küçük evin kirasını ödeyebilirdi.
Yine de bu işi, bu otoriteyi kaybetmek duygusu onu sarsmış ve kendisini korumasız hissetmişti. Bu dürtüden tekrar kurtulmak, çaresizlikle kıvranmamak, bu çılgının zincirler üzerinde hakimiyeti olduğunu söylemek gerekti. Böylece onu bir daha almazlardı.
Bu arzuyu daha önce kaybetmişti. Tıpkı içindeki karanlığı burada bu bodrumda bırakır gibi… Son kez, bundan kaçabilmek için Reedsport’a kadar gelmişti ama yapamamıştı.
Neden yapamadığını bilmiyordu. İyi kalpli iyi bir adamdı ve iyilik yapmak hoşuna giderdi. Ama er ya da geç kibarlığı onun aleyhine işlerdi. Reedsport’ta o hemşireye yardım etmek için arabasına alışverişlerini taşırken, kadın gülümsemiş ve ‘’Ne iyi bir çocuksun sen!’’ demişti.
Bu gülümsemeyi ve kelimeleri anımsayarak irkildi.
“Ne iyi bir çocuksun sen!”
Annesi de ona, ayaklarındaki zinciri, yiyeceklere ulaşmasını ya da dışarıyı görmesini engelleyecek kadar kısa tuttuğunda böyle gülümser ve bu kelimeleri söylerdi. Küçük hapisanesinin minik kare penceresinden içeriye bakarken rahibeler de gülümseyerek aynı sözleri söylerlerdi.
“Ne iyi bir çocuksun sen!”
Herkesin zalim olmadığını biliyordu. Çoğu insan ona iyi davranıyordu. Özellikle de uzun süredir oturduğu bu kasabada. Hatta onu seviyorlardı. Ama neden herkes ona çocuk gözüyle bakıyordu, özürlü bir çocuk gibi? Yirmi yedi yaşındaydı ve son derece zeki olduğunu biliyordu. Aklında bir sürü parlak fikir vardı ve çözemediği sorun neredeyse yok gibiydi.
Ama aslında insanların ona neden bu gözle baktıklarını biliyordu. Çünkü onlarla zar zor konuşuyordu. Hayatı boyunca durmadan kekelemiş, diğer insanların ne söylediklerini anlamasına karşın zorlukla konuşmaya çalışmıştı.
Ayrıca minyon ve zayıftı. Sanki bazı doğumsal kusurlarla dünyaya gelmiş biri gibi güdük ve çocuksu özelliklere sahipti. Bu biçimsiz kafatasının içine sıkışmış olağanüstü beyinin, dünyada çok büyük güzellikler yapma arzusu engelleniyordu. Ama kimse bunu bilmiyordu. Hiç kimse. Psikiyatri hastanesindeki doktorlar bile bilmiyordu.
Bu ironikti.
İnsanlar onun ironik gibi kelimeleri bildiğini bilmiyorlardı. Ama biliyordu.
Şimdi kendisini elindeki bir düğme ile sinirli bir biçimde oynarken bulmuştu. Bu düğmeyi hemşirenin bluzünden, kadını asarken koparmıştı. Düğme ona, bir haftaya yakın süreyle yatağa zincirlediği hemşireyi hatırlattı. O kadınla konuşmayı, ona karşı zalim olmak istemediğini, ama özellikle bu hemşire üniformasının içindeyken annesine ve rahibelere çok benzediğini açıklamak isterdi.
Üniformasının içindeki görüntüsü kafasını karıştırmıştı. Beş yıl önce, hapishanedeki gardiyanın üniformasıyla aynıydı. Bir biçimde iki kadının görüntüsü annesi, rahibelerinki ve hastane çalışanının görüntüsüyle kafasında birleşmişti. Sadece onları birbirinden ayırmayı söylemek için bir mücadeleyi kaybetmişti.
Bu onun için bir rahatlama olmuştu. Onu böyle bağlı tutmak, ona su vermek ve ağzını tıkarken çıkardığı hırıltıları dinlemek berbat bir sorumluluktu. Yalnızca pipetle su içirmediği zaman ağzını tıkamıyordu. Sonra da kadın tekrar bağırmaya çalışıyordu.
Sokakta çığlıkları duymaması gereken komşular olduğunu ona söyleyebilmeliydi. Belki bunu söyleyebilseydi, o da anlardı. Ama bunu yapamazdı, bu kekemelikle olmazdı. Bunun yerine onu sessizce keskin bir jiletle tehdit etmişti. Uzun süre tehdit de işe yaramamıştı. O zaman onun boğazını ksmek zorunda kalmıştı.
Sonra onu Reedsport’a geri götürüp herkesin görmesi için bu şekilde asmıştı. Bunu neden yaptığınından tam olarak emin değildi. Belki de bir uyarıydı. Böylelikle insanlar anlayabilirdi. Eğer anlarlarsa, bu kadar acımasız olmak zorunda kalmazdı.
Belki bu onun dünyaya, ne kadar da üzgün olduğunu söylemesinin bir yoluydu.
Çünkü üzgündü. Yarın çiçekçiye gidip, kadının ailesi için bir küçük buket ucuz çiçek alacaktı. Çiçekçiyle konuşamazdı ama ufak bir açıklama notu yazabilirdi. Hediye isimsiz olabilirdi. Eğer mezarın yanında gizlenecek bir yer bulabilirse, kadının ölüsünü yakarlarken, diğer bir üzgün akraba gibi başını eğebilirdi.
Başka bir zinciri tezgahın üzerine çekti, son kuvvetiyle zincirin uçlarını sıktı ve çıkan sesi susturdu. Fakat içinde bir yerlerde biliyordu ki, bu onu zincir ustası yapmıyordu. Bunun için zincirleri yeniden kullanması gerekiyordu. Hala elinde olan deli gömleklerinden biri işine yarayabilirdi. Kendisinin bağlandığı gibi başka biri de bağlanmalıydı.
Herhangi birisinin acı çekmesi ve ölmesi gerekiyordu.
Bölüm 8
Riley ve Lucy FBI uçağından iner inmez, üniformalı genç bir polis yoldan onlara doğru heyecanla geldi.
“Hey, sizi gördüğüme sevindim,” dedi. “Şef Alford küplere bindi. Eğer birisi Rosemary’nin cesedini indirmezse, bundan sorumlu tutulacak. Zaten gazeteciler her yerde. Ben Tim Boyden.”
Lucy ile kendilerini tanıtırken Riley’in kalbi sıkıştı. Medyanın çok çabuk bir biçimde olay yerine gelmesi kesinlikle sorundu. Dava zorlu başlamıştı.
“Size taşıyacağınız şeyler için yardım edebilir miyim?” diye sordu memur Boyden.
“Biz hallederiz,” dedi Riley. Lucy ile kendisinin yalnızca küçük birer çantaları vardı.
Memur Boyden yolun karşısını işaret etti.
“Araba orada,” dedi.
Üçü birlikte hızla arabaya doğru yürüdüler. Lucy arka koltuğa otururken Riley ön yolcu koltuğuna oturdu.
“Kasabadan yalnızca birkaç dakika uzaktayız,” dedi Boyden arabayı çalıştırırken. “Bunun olduğuna inanamıyorum. Zavallı Rosemary. Herkes onu çok severdi. Daima insanlara yardım ederdi. Birkaç hafta önce kaybolduğunda hepimiz çok kötü şeyler düşündük. Ama bu kadarını düşünemedik…”
Sesi giderek azaldı ve yapılan dehşete inanmıyormuş gibi başını salladı.
Lucy arka koltuktan öne doğru eğildi.
“Sizin daha önce böyle bir cinayete şahit olduğunuzu anlıyorum,” dedi.
“Evet, henüz yüksek okulda okurken,” dedi Boyden. “Aslında tam olarak Reedsport’ta değildi. Eubanks yakınlarında, nehirden daha güneydeydi. Tıpkı Rosemary’nin olduğu gibi zincirlenmiş bir beden. Deli gömleği de giyiyordu. Şef haklı mı? Elimizde bir seri katil mi var?”
“Bunu henüz söyleyemeyiz,” dedi Riley.
Aslında şefin haklı olduğunu düşünüyordu. Ama genç memur zaten yeterince üzgün görünüyordu. Onu daha fazla endişelendirmenin gereği yoktu.
“Buna inanamıyorum,” dedi Boyden başını tekrar sallayarak. “Bizimki gibi küçük, güzel bir kasaba. Rosemary gibi iyi bir kadın. Buna inanamıyorum.”
Kasabaya