Üç Kalp. Джек Лондон
onun erkeği ve sevgilisi, Solano’nun kızı için de en akıllıca seçim olduğunu söylememiş miydi?
Bunun hatırası bile onu mutlu edemiyordu. Aynı şekilde gerçeğin bu olması da. Doğru davranışı sergilemişti. Yaptığı hareketi hiç sorgulamaması ve yüreğini bu konuda taşlaştırmış olması ona güç vermişti. Yine de kendisi açısından bu tam anlamıyla acınası bir teselli gibi görünüyordu.
Zaten bu konuda başka ne bekleyebilirdi ki? Orta Amerika’ya çok geç gelmiş olması onun talihsizliğiydi, hepsi bu kadardı, bu çiçek gibi güzel kadını ondan önce birisinin keşfetmiş ve elde etmiş olması onun şanssızlığıydı. Tıpkı kendisi kadar iyi kalpli ve adaletli, yüreği daha güçlü bir adam ondan önce harekete geçmişti. Kendi soyundan ve kanından olan Henry Morgan’ın adaletli yüreği, ondan Henry’ye karşı sadakati zorunlu kılmıştı. Yaşamını deniz bisküvisi ve kaplumbağa yumurtalarıyla sürdüren, Bull ve Calf Adaları arasında hayatına devam eden, yabancı insanların kulaklarını kesmeye meraklı, ateşli ve yabani atasının kanını hakkıyla taşıyan, kanvas pantolonlu, başına büyük gelen fötr şapkasıyla Henry Morgan’a ve yaşlı Sör Henry’nin hazinesine bunu borçluydu.
Enrico Solano ve oğulları çiftliğin geniş meydanında oturmuş, yapılması gerekenlere dair plan ve projelerden bahsederken, dikkati dağılmış olan Francis onların konuşmalarına sadece kulak misafiri oluyordu. Tam bu sırada evdeki hizmetçilerden birisi gelip Leoncia’nın kulağına bir şeyler fısıldadı ve onu, Francis’in tüm dikkatini ona yöneltmesini, heyecanlanmasını sağlayacak biçimde meydanda dolaştırmaya başladı.
Avludan içeri giren Alvarez Torres, büyük bir çiftlik sahibinin tüm Orta Çağ İspanyol ihtişamıyla, Latin Amerika’da edinmiş olduğu görgüyle, fötr şapkasını çıkartarak Leoncia’yı selamlamış ve onu ahşap kanepelerden birine oturtmuştu. Leoncia’nın onu selamlaması kederliydi ama sanki ondan umutlu bir haber almayı bekliyormuş gibi merakla ona bakıyordu.
“Yargılama bitti, Leoncia.” dedi yumuşak, şefkatli ve sanki bir ölüden bahsediyormuş gibi bir ifadeyle. “Mahkûm edildi. Yarın saat onda. Her şey çok üzücü, gerçekten çok üzücü. Ama…” Omuzlarını silkti. “Hayır, onun hakkında kötü bir şey söylemeyeceğim. Onurlu bir adamdı. Tek hatası öfkesiydi. Çok hızlıydı, çok ateşliydi. Bu, onu böylesine talihsiz bir duruma sürükledi. Makul bir durumda olsaydı, soğukkanlılığını koruyabilmiş olsaydı, Alfaro’yu asla bıçaklamazdı…”
“O, benim amcamı asla öldürmezdi!” dedi Leoncia yüzünü başka bir yöne çevirerek ağlamaya başlamıştı.
“Bu çok talihsiz bir gelişme.” diye herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için nazikçe ve üzüntüyle konuşmasına devam ederek. “Yargıç, insanlar, Vali maalesef onun yaptığına inanmak konusunda hemfikirler. Bu da gerçekten çok üzücü. Ama seni görmeye gelmemin nedeni bu değildi. Emredeceğin her ne olursa olsun, hizmetlerimi sunmak için geldim. Hayatım, onurum, emrinizde. Konuşun. Sizin kölenizim.”
Bir anda dizinin üzerine aniden zarif bir şekilde çökerek onun kucağına koymuş olduğu ellerini kavramıştı ve yüzük parmağındaki elmas nişan yüzüğü güneşten parlamamış olsaydı hızlıca konuşmasına devam etmeye niyetliydi. Kaşlarını çattı, çatık kaşlarıyla yüzünün ifadesini ancak tekrar başını kaldırıp konuşmaya başlayana kadar gizledi.
“Seni küçüklüğünden bu yana tanıyorum Leoncia, çok ama çok sevimli bir çocuktun ve ben seni her zaman sevdim. Hayır, dinle! Lütfen. Yüreğimdekileri konuşmam gerekiyor. Bana kulak ver. Ben seni her zaman sevdim. Ama sen bir kadın ve Solano evine hükmetmeye hazır, olgun, asil bir hanımefendi olarak manastırdan ve yurt dışındaki eğitiminden döndükten sonra güzelliğinle yanıp kavruldum. Sabırlıydım. Seninle konuşmaktan kaçındım. Ama tahmin etmiş olabilirsin. Kesinlikle tahmin etmiş olmalısın. O zamandan bu yana senin için yanıp tutuşuyorum. Her geçen gün güzelliğinin etkisi altında daha derin alevlerin içine düşüyorum, güzelliğinin yakıcı alevleri tarafından tüketiliyorum.”
Leoncia onu durdurmaması gerektiğini gayet iyi anladığından, sabırla dinliyordu, başını önüne eğmiş konuşmasını sürdüren Torres’in kafasına bakarak saçlarının neden bu kadar yakışıksız biçimde kesildiğini ve bunun New York’ta mı yoksa San Antonio’da mı yapıldığını merak etti.
“Döndüğünden bu yana beni ne hâle getirdiğini biliyor musun?”
Leoncia buna ne bir cevap verdi ne de elini çekmeye çalıştı ancak Torres’in eli bu sırada Henry Morgan’ın yüzüğünü ezercesine ovalıyordu. Bir düşünce zincirinin yönlendirmesiyle bir anlığına onu dinlemeyi bıraktı. Henry Morgan böylesine övgü dolu sözler söyleyerek onu sevmemiş ve bu şekilde onun sevgisini kazanmamıştı, zincirin başlangıç noktası burasıydı. İspanyol kanı neden duyguların her zaman bu kadar abartılı bir şekilde dile getirilmesine sebep oluyordu ki? Henry çok farklıydı. Bu zamana kadar hiç böylesine sözler söylememişti. O, hemen eyleme geçmişti. Leoncia’nın cazibesi altında, kendisi hiçbir çaba sarf etmeden onu büyülemişti, sevdiğini şaşırtmaması ve korkutmaması gerektiğini gayet iyi bildiğinden, kollarını ona yavaşça dolamış, dudaklarını dudaklarına tutkuyla bastırmıştı. Onun bu rahatlatıcı tavrıyla, Leoncia ondan ne ürkmüş ne de tamamen tepkisiz kalmıştı. Bu ilk öpücüğün ardından Henry, kollarını onun bedenine sararak oturmaya devam etmiş ve konuşmaya başlamıştı.
Peki ama şimdi, avlunun bir köşesinde oturan evin erkekleri ve Francis Morgan’ın arasında geçen konuşma ve yapılan plan neydi? Ayaklarının dibine çökmüş konuşmasını sürdüren talibin sesine artık tamamen sağır hâle gelmiş, aklı diğerlerinin yanında kalmıştı. Francis! Ah, neredeyse iç çekmek üzereydi ve şaşkınlık içerisinde Henry’ye olan aşkına ne oldu, bu yabancı Gringo senin kalbini nasıl da bu kadar büyüledi diye sorgulamaya başladı. Bir ahlaksız olabilir miydi acaba? Bu adam mıydı? Yoksa başka biri mi? Ya da herhangi bir adam mı? Hayır! Hayır! O, kesinlikle kararsız ya da sadakatsiz biri değildi. Ve henüz?.. Belki de bütün bu duyguları, Francis ve Henry birbirine çok benzediği için zavallı, sevgi dolu kadın kalbinin onları tam olarak ayıramamasından dolayı yaşıyor olabilirdi. Yine de Henry’yi iyi günde ya da kötü günde dünyanın herhangi bir yerine kadar takip edebileceğini düşünmüş olsa da şimdi Francis için de aynı şeyi yapabilecekmiş gibi görünüyordu. Henry’yi seviyordu, kalbi tüm ciddiyetiyle bunu ona ilan ediyordu. Ama aynı zamanda Francis’i de seviyor olabilir miydi? Francis’in onu sevdiğinden haberi olmamasına rağmen hapishane hücresindeki dudakların coşkusu silinemezdi; bununla birlikte iki adama olan sevgisinde, duygularını güçlü bir biçimde karıştıran, onu neredeyse Solano evinin en son ve tek kadınının ahlaksız olduğu gibi utanç verici bir sonuca götürmesine neden olan bir farklılık vardı.
Torres’in tutku dolu kavrayışı yüzünden Henry’nin yüzüğünün etine sert bir biçimde batmasının acısı, onun o ana geri dönmesini sağlamış ve böylece konuşmasının yoğunluğunu duyabilmişti:
“Sen benim için dünyanın en lezzetli dikeni oldun, gönlüme sonsuza kadar tek ve en dokunaklı aşk acısını yaşatan, en acı oklarını saplayan kişi sen oldun. Hep seni hayal ettim… Ve senin için. Sana özel bir isim buldum. Seni tanımlayabileceğim tek isim: Hayallerimin Kraliçesi. Ve sen, Leonciam, benimle evlenir misin? Zaten çoktan ölmüş olan o deli Gringo’yu birlikte unutabiliriz. Sana karşı nazik ve anlayışlı olurum. Seni her zaman çok severim. Onun hayalinin aramıza girmesine asla izin vermem. Kendi adıma buna asla izin vermem. Senin için… Seni öylesine çok seveceğim ki böylece onun anısının aramıza girmesini ve senin kalbini kırmasını imkânsız hâle getireceğim.”
Leoncia, Torres’in