Japon Sanatı. James Jackson Jarves
fikirleri ya da duyguları idealleştirmeye çalışmak yerine yaşamı mizahi ve gülünç yönleriyle görmek ve insanlığı bizim düşüncemize göre bir güzellik evresi dışında herhangi bir şeye dönüştürmek için karşı konulamaz bir sanatsal dürtü vardır. İnsan figürü resmedilirken kullanılan standart, ayrı özelliklerin doğrudan bozulmasıyla değilse bile onlara bir bütün olarak biçimsiz veya imkânsız bir görünüş vererek doğal olanı doğal olmayana dönüştürmenin vahşi zevkine dayanıyor gibi görünüyor. Halkın beğenisi, insan biçimini bu ideal çirkinlik noktasından görmek üzere o kadar uzun bir süredir eğitilmiştir ki en büyük hazzı buna en çok vurgu yapan türler verir. Ayrıca Japon sanatçılar anatomi hakkında bilimsel olarak tamamen bilgisizdir. Hatta cesede dokunmak bile kutsala saygısızlık sayılıyordu. Japon sanatçı estetik eğitim almadığı için onu yalnızca gerçekte çalıştığı ve uyguladığı şeyde elde ettiği başarı durumuna göre gözlemlemeli ve yargılamalıyız. Tanrıları ve kahramanları, esas olarak abartı duruş ve kostümleri, yoğun eylemleri ve tutkuları ya da tuhaf şekilde simgeleştirilmeleriyle kendini gösterir. Bu simgeleştirmede gülünç veya neşeli unsurlar neredeyse her zaman korkunç veya çirkin olanla birleşmiş veya karıştırılmış olarak karşımıza çıkar. Sanki korku eğlenceyle hafifletilmiş veya Japon zihnine duyulan kör materyalist inanç, ulusal bir laubaliliğin ya da mutlak şüpheciliğin sebep olduğu bir mizah duygusuyla birleştirilmiş gibidir. Bu tasvirlerde modelleme yoktur. Ana hatları düz, gölgesiz, köşeli ve keskindir. Bunlar, Leonardo da Vinci’nin kriterlerine göre değerlendirilirse olabildiğince hatalıdır ancak birazdan göreceğimiz üzere, mükemmel bir sanatsal bütünün inşasında ve genel oran ve biçim bakımından neredeyse mükemmel heykel veya dökümde daha az gerekli olmayan diğer karakterlerin erdemleriyle doludur.
En iyi Yunan formlarının kültürlü Japon zihnini nasıl etkileyeceğine dikkat etmek ilginç olurdu. Görünüşe göre Japonlar, bu çalışmalara ve altında yatan ilke ve fikirlere duyarsızdır. Şu anda Japonların sanatı, bizim ana hedeflerimiz ve zaferlerimiz doğrultusunda geliştirmeye çalışmadıklarını belirtmek yeterlidir. Ancak en çok takdir ettikleri şeylere kulak vermemek de haksızlık olur. A. B. Mitford tarafından çevrilen Japon masallarından birinde on altı yaşında bir güzel şu şekilde tasvir edilmektedir: “Ne çok şişman ne de çok zayıftı ne çok uzun ne de çok kısaydı; yüzü kavun çekirdeği gibi ovaldi ve açık bir ten rengi vardı. Gözleri çekik ve parlaktı, dişleri küçüktü ve hatta burnu gaga gibiydi, dudakları zarifti. Kaşları uzun ve güzeldi. Uzun siyah saçları vardı. Yumuşak ve tatlı bir sesle, alçakgönüllülükle konuşuyordu ve gülümsediği zaman yanaklarında iki sevimli gamze beliriyordu. Tüm hareketlerinde nazik ve zarifti.” Çekik gözlere ve kavun çekirdeği şeklindeki yüzüne ve sanatçıların en iyi kadın tipleriyle örtüşen bir şekilde tasvir edilmesine rağmen bu elbette ki çirkin bir kız değildir. Kahraman “Genzuburo” ona ilk görüşte âşık olmuş ve kız da “onun ne kadar yakışıklı bir adam olduğunu görünce adama âşık olmuştur.” Ancak romancı, adamın iyi yanlarını anlatmadığı için sanatçının kaleminden çıkan erkek idealini kabul etmek zorundayız.
Benten. Treasury of Japanese and Chinese Celebrated Drawings’ten alınmıştır.
Japonya’da en asil haliyle mimari de aynı şekilde bilinmemektedir. Mimarinin gelişmesi için ne entelektüel ne de manevi bakımdan ayrıntılı bir girişimde bulunulmuştur. Bunun yerine temelde çadır benzeri, inşaat bakımından tuhaf, çoğunlukla ahşap veya ince malzemeden geçici evler veya mabetler inşa ediyorlar. Orada, en mükemmel dini yapılarımızda veya hatta iddialı saraylarımızda ve kamu binalarımızda açığa çıkan niyetlerde kendini gösteren o ince ölümsüzlük içgüdüsüne karşılık gelen bir şey söz konusu değildir. Sık sık meydana gelen depremler, her türden mimari için ciddi bir engel teşkil etmektedir. İnşa edilen her ne olursa olsun ya yerkürenin sarsıntılarına direnmesi için eğimli duvarları olan tapınakların, kalelerin ve tahkimatların taş zeminleri gibi aşırı geniş, alçak ve heybetli yapılar ya da bükülen ancak kırılmayan kâğıt veya hasır bölmeleri olan ve yok edilirse kolayca ve ucuza yeniden inşa edilebilen ahşap, hafif ve açık yapılar olmalıydı. Dahası, uzak antik çağlardan etnik akrabaları olan Mısırlılar ve Etrüsklerdeki özel tapınaklar, bedenlerinden ayrılmış ruhlarının anısına en ciddi ayinlerin yapıldığı atalarının mezarlarına göre ikinci sıradaydı. Dolayısıyla mezar, tapınaktan bile daha kutsal bir yerdi ya da bu ikisi öyle bitişikti ki neredeyse tek bir yapı haline geldiler. Japonya’da en dikkat çekici tapınaklar, Şogunların ve Mikadoların definleri için adananlardır. Ancak yaldızlı ve oymalı süslemeleri ihmal eden mimarilerinin güzellikleri son derece basit ve göçebe tarzda olmasından ziyade bu mezar tapınaklarının yer seçiminde sergilenen zevkten ve yerin süslenmesinden kaynaklanır.
Nitekim resim, heykel ve mimari (temel saikleri olarak insan ruhu ve bedenini, ifadedeki kendine özgü amaçları olaraksa insan mükemmelliğini veya ruhsal güzelliği alan güzel sanatlar) en yüce anlamlarıyla Japonların estetik anlayışlarında bulunmaz. Bu gerçeği göz önünde bulundurarak yaptıklarını faydalı bir şekilde inceleyebiliriz. Kurallarının bizimkinden ayrı düştüğü noktalarda, ortaya çıkan ürün bunu haklı çıkarıyor gibi görünüyor. Sanatın ana nesnesi olan insanın kendisinden ayrı olarak kendi kapsamları içinde, doğadaki daha keskin bir his ve hazzı temel alan, tasavvur edebildiğimizden daha güzel bir sanatı sergiliyorlar. Onlar insanı, objektif ama bizimkinden farklı bir kavrayışla kullanıyor. Biçim verilebilir güzelliğe karşı hiçbir tutkuları olmadığı için Yunanların yerini alamazlar ancak onların sunmayı umursamadıkları şeyleri verirler. Japon sanatı, Avrupalılar için pek çok açıdan uygun ve hoşa giden bir tamamlayıcıdır. Çeşitlilik bakımından çok daha dar, bizim anlayışımıza göre bilimdışı, derinlik bakımından daha sığ, amaçları açısından iddiasız, teknik kural veya geçici modayla daha az kısıtlanmıştır. Dekoratif olaraksa daha incelikli, yoğun, çeşitli, özgür ve gerçekçi bir sanatsallık taşır. Beklenmedik ve haz verici sürprizler bakımından daha çeşitlidir. Estetik cilvelerle estetik cazibeler açısından her kültür seviyesine hitap eder. İyi şeyler asla eskimez veya monoton ve geleneksel görünmez. Bunlar, günlük hayatın gerçekliğinin ve doğallığının manevi bir yorumudur. Henüz dini inançlarının ve maddi medeniyetinin çocukluk dönemindeyken içgüdüsel, tutkulu bir sanat özleminin gelgiti içinde doğayla ilişkili ve canlı, etkilenmeye açık bir ulusun hayalleridir. Bu yargı, Japon sanatına düşkün olanları bile şaşırtabilir ve aşina olmayanlar tarafından sorgulanabilir. Avrupa’daki eski sanatın en iyi nitelikleri artık pek dikkate alınmıyor çünkü halk olarak duyularımız eski hassasiyetlerini yitirmiş durumda. Japonya’yla ince, soluk renk tonlarına, anlamsız ve hareketsiz formlara, donuk taklitlere uzun zamandır alışkın o ulusları şaşkına çeviren ve içini daraltan tamamen yeni hisler deneyimlemeye çağrılıyoruz. Bunlar ruhsuz, çıkarcı, yaratıcı olmayan ve modaya uygun bir dönemin çocuksu etkileridir. Estetik sezgilerimizi canlandırır ve evrensel sanat bilgimizi geliştirirken ilk bakışta tuhaflığın neredeyse merakı giderdiği veya düşmanlığı kışkırttığı şeyden çokça keyif almayı öğrenecek miyiz?
Şartları, diğerlerinden farklı olan belirgin özelliklerin gelişmesine Japonya’dan daha elverişli bir ülke yoktur. Japonlar, Hıristiyanlık döneminden çok önce bölgeyi işgal edip Anyuları (yerli kabileleri) değersiz bir tebaa haline getiren veya onları kendi takımadalarının en ücra vahşi doğasında, tehlikeli yabanilik içinde varlığını sürmeye zorlayan Asyalı saf bir ırktan gelir. Anyular, çok ilkel bir ırk gibi görünüyorlar ve şimdi dost canlısı ve yumuşak başlı olsalar da ilk zamanlarında muhtemelen son derece barbardılar. Zira bu insanlar Japon sanatında dış görünüşleri ve alışkanlıklarıyla nadiren ilkel yaratılış seviyesinin biraz üzerinde temsil edilirler.