Japon Sanatı. James Jackson Jarves
bulunan ortak insan türünün çarpıcı çeşitleri hâlâ mevcuttur. Bu ortak zenginlikten, dünyamızın tüm geçici uygarlıklarının acı tecrübeleriyle mükemmelleştirilmiş noksansız bir insan tipi inşa edilemez mi?
Bizimkinden son derece bir ulusun insani gelişiminin estetik dönemlerinden birini incelememizin başlangıcında, insanlığın bütün ilerlemesini izah etmek için doğrudan sıradan nedenlerin yanı sıra başka bir şeyin gerekli olduğuna dair ikna olduğumu kesinlikle beyan edebilirim. Bunun esas sebebi, Taine ve okulu tarafından öğretilen aldatıcı sanat felsefesinin bu gelişimi yalnızca iklim, yiyecek ve bir halkın sahip olduğu maddi ve duygusal varlığın bir formülüne indirgemeye çalışmasıdır. Böylelikle sezgisel gelişim ilkelerini tamamen göz ardı ederken zihinsel fenomenin bütün nedenini yaşamın fiziksel unsurlarına bağlamaktadır. Dış dünya, estetik yetiyi ne kadar yumuşatsa veya kontrol etse de onun varlığını veya en yüce eserlerini tamamen açıklayamaz. Maddi koşulları ne kadar çeşitli olursa olsun bazı insanların tek bir zihin olarak bir psikolojik geleneği sürdürmesinin sebebini bize açıklaması için görünür maddeden daha fazla bir şeye ihtiyaç vardır. Ayrıca bir ulus, eşit ve ortak koşullar altında, niçin sıklıkla böylesine değişken ve çelişkili estetik yönler sergilemektedir? Sanatın bir halkın seçkin bir özelliği haline geldiği her durumda, onu başka bir yaşamın sezgileri veya inançlarıyla ya da doğayı kendi varoluş idealinin sembolik karşılığı ya da somut tezahürü olarak yorumlama yöntemleriyle en yakından bağlayan duygularda derin bir şekilde kök saldığı görülmüştür. Bu sezgisel istek veya inancın görünür kanıtları, zihnin manevi kavrayışlardan maddi algılara çekilmesi gibi ideallerini her iki dünyadan ödünç alarak semavi doğaüstü estetik saiklerden insani olana doğru alçalan zihinsel gelişimin ölçeğini takip eder. Bu, sanat dilinde yüce veya düşüktür ancak göklerden, yeryüzünden veya cehennemden bilgi verici bir ruhu duyurur ve örneklerini sezgisel arzularının cennetini veya cehennemini oluşturan şeylerin kavramlarından ödünç alır. Sanatın yüzeysel fenomenlerini, hepsini onunla ilgili dış dünyaya atıf yaparak açıklamak akla yatkındır. Ancak bu göz yanılmalarını canlandıran varoluşun etkili soyut kaynaklarını tespit etmek için salt biçim ve rengin ötesine geçmeliyiz. Yeryüzüne ilk geldiğinde ruhun nakledildiği sezgiler dışında onları nerede arayacağız? Dünyevi olmayan bir ideal için duyulan bir özlemde her zaman tezahür eden kimin gücüdür? Kimin varlığı yalnızca sözüne göre daha üstün bir yaşamın ya da yok olmuş birinin sönük hatırasının işareti olarak kabul edilmesiyle açıklanabilir?
Sanatın temel özelliği, bu ideali tanıması ya da duyuların algıladığından daha iyi bir şeye inanması ve maddenin daha büyük özelliklerinden ziyade şeylerin ruhsal yapısını sezdirmek için sessiz malzemeleri kullanma çabasıdır. Fırça darbesi ve yakın taklit ne kadar akıllıca olursa olsun ya da estetik bilincin alt düzlemine ne kadar hoş gelirse gelsin buna yeterli gelmeyen her iş, ruhun geçmiş, şimdiki veya gelecek yaşamda ideal bir mükemmellik anlayışıyla yüz yüze gelmekten kaynaklanan en yüce tatminde başarısız olur. Sanatsal bir hayal gücünün geleceği gören gözüyle fark edilebilen cansız nesneler bile kendi varlıkları sayesinde yaşamın ruhsal özü ile canlandırılır. Hayvansal ve bitkisel yaşam bunun iki misli böyledir ve insanın sonsuz derecede yaratıcı özgür iradeyle yüklendiği görülmektedir. İşlerini dış görünüşte bırakanlar, bize yalnızca eksik örtüler ve varlığın boş düzeneğini sunarlar çünkü bunlar yüksek görüşlerine aşılmaz bir engel oluşturur. Yaşamın gizli kaynakları, yalnızca nesnelerin dış görünüşlerini anlayan duyarsız araçlara kendilerini göstermez.
Aynı manzarayı iki sanatçı ne kadar da farklı resmeder! Biri topografik doğruluk ve mutlak kesin detaylarla biçimi ve renkleri olduğu gibi vererek ruhsuz, duygusuz ve itici bir resim yapar. Görünürdeki maddenin zekice yapılmış bir taklidinden daha iyi bir yaşam kanıtı sunmaz; “boyalı okyanusta boyanmış bir gemidir” ama yaşlı gemiciden farklı olarak masal anlatmaz. Ancak insanda çok üstün bir şekilde gösterilen doğanın ölümsüz ruhunun farkında olan, kaderini maddi yollarla ilahi sonuçlara yönlendiren, tüm yaratılmış şeyleri nihai amacın koro birliği içinde birleştiren sanatçının bilgilendirici vuruşuyla canlandırılan, bu sessiz konuşma ile harekete geçen sanat, bir anda ölümsüzlüğün tezahürü ve çözümü haline gelir. Bilinçli ruhun varlığını ortaya çıkarmak için sanatın her zaman doğaüstü ya da çok zarif olan üzerine eğilmesi gerekmez, zira en alçakgönüllü ve asil biçimlerin tezahürlerinde mutluluğu ve yüksek ahlakı bulabiliriz. İlahi güç tarafından yapılan veya kendi hayal gücümüzün zenginliklerinden yaratılan hiçbir şey, kendi irademiz şeytani ya da boş amaçlara kapılmadığı sürece değersiz ya da kirli değildir. Bilim, bu tür bir dili haklı olarak kendi gerçeklerine dayalı analiz ve çıkarımla temellendirip belirsiz yorum olarak adlandırır. Ancak sanatın da kendi gerçek varlığı ve amacına uygun kendi kuralları ve dil biçimleri vardır. Sadece diğerinin zihinsel ortamından bakıldığında hiçbiri haklı olarak kabul edilemez. Sanatın yaşam için gerçekten ifade ettiği şey, maddi mekanizmalarının bilimsel bir algısından ziyade güdülerine dair manevi bir anlayıştan gelir. Bu maddi mekanizmalar, olsa olsa bilgilendirici duyguların eksiksiz bir şekilde sunulmasına yönelik teknik bir yardım olabilir. Bir ağzı yemek yemeye uyum sağlamasıyla ilgili olarak resmetmek, onun hareketlerini zevk ya da acıyla yoğunlaştıran duyguları ifade etmek için resim yapmaktan oldukça farklı bir şeydir. Aynısı burun, gözler veya vücudun tamamı için de geçerlidir. Modelleme ne kadar mükemmel ve renklendirme ne kadar gerçekçi olursa olsun üzerinde çalışılan eser, sanatçı ona insan ruhu bahşedip onu canlandırana kadar yalnızca sessiz bir şekildir. Zamanımızın Avrupa sanatı, bilimsel aşırılığa doğru belirgin bir eğilime sahiptir; maddi nesnelerin sessiz gösterimiyle fazlasıyla yetinir ve en büyük tatminini dış görünüşlerinde bulur. Japon sanatı, sanatın grameri daha az önemseyip bütün dikkatini en yüksek idealleştirme ölçeğinde belirli bir güdünün canlı sunumuna vererek estetik ölçeği diğer uca doğru yönlendirir. Başka bir deyişle, sanatı insanın yüce bir manevi işlevi olarak görür, bedenindekilerden daha çok zihin yetilerine hitap eder. Böylecedüpedüz gerçekçi bir taklidin üstün becerisiyle duyuları memnun etmeyi tercih ederek hayal gücünü sınırsız telkin kapasitesiyle etkilediğinde görevini en iyi şekilde yerine getirmiş olur. Dolayısıyla sanatın soyut üstünlüğü, sanat yöntemlerinin tepeden tırnağa derinlemesine bilinmesine dayanır. Bu durum modern Avrupa sanatının ortalama pratiğinin tam tersi olduğu için hem okuyucu hem de sanatçı, kısaca gözden geçireceğimiz nesneleri incelerken Avrupa’da sanatın benzer bir dürtüyle hareket ederek şu anda boş yere rakip olmaya, hatta zıt bir ilkeyi çok yakından takip ederek taklit etmeye çalıştığımız işler ürettiği geçmiş zamanları kazançlı bir şekilde hatırlayabilir.
Bir Eğitimci ve Bir Dilenci
İnsanlığın en yüksek uygarlıklarını geliştiren iki ana kolu, Orta Asya’da ortaya çıkan Aryan ve Turan halklarıdır. İkincisi tarihsel maceralarının başlangıcında göçebe içgüdülerinin rehberliğinde geniş çapta yayılmış ve parçalara ayrılmışken ilki, daha merkezi ve yoğun kitleler halinde kalmıştır. Her biri, yavaş yavaş ulusal mizaçlarına dönüşen, birbirine göre kısmen düşmanca ve tek taraflı olan ve kamusal ve dinsel yaşamla ilgili sabit dışavurumlarla sonuçlanan özellikleriyle kendisini farklı kılmıştır. Ticaretin genişlemesiyle bunlar kendi değerlerine göre dayanmak veya saldırmak, muhtemelen birbirine karışmak ve tüm medeniyetlerin hakikatlerinden bütün insan ırkı için yeni bir ilerleme platformu inşa etmek için doğrudan rakip haline geldiler.
Son aile başarısı estetik duyudan mahrum huzursuz Amerika halkı olan Aryan kolu, durdurulamaz eylem ve deneyim, yoğun bireysellik, rekabet, çok yönlülük, kibir, hoşnutsuzluk, icat ve girişim, heyecan tutkusu ve aşırı