Ben-Hur. Lew Wallace
diye sordu Mısırlı.
“Kral Herod’dan.”
Ruhlarının ürperdiğini hissettiler.
“Sen hanın kâhyası değil misin?” diye sordu Baltazar.
“Öyleyim.”
“Kral bizden ne istiyor?”
“Ona cevap verin.”
“Gelmemizi beklemesini söyle ona.”
“Haklısın, kardeşim!” dedi Yunanlı, kâhya gidince. Yoldaki insanlara ve kapıdaki muhafıza sorulan soru adımızı kötüye çıkardı. Ben sabırsızlanıyorum, hemen kalkalım.”
Kalkıp sandaletlerini giydiler, pelerinlerine bürünüp çıktılar.
“Sizi selamlıyor ve affınıza sığınıyorum, ama efendim kral sizi saraya davet etmem için gönderdi beni, orada sizinle özel bir görüşme yapacak.”
Haberci böylece görevini yerine getirmişti.
Girişte asılı lambanın ışığında birbirlerine baktılar, ruhun onlarla olduğunu biliyorlardı. Sonra Mısırlı, kâhyaya doğru gidip diğerlerinin duyamayacağı şekilde, “Avluda eşyalarımızın durduğu ve develerimizin dinlendikleri yeri biliyorsun. Biz çıktıktan sonra her şeyi ayrılmamız için hazır hâle getir, belki gerekebilir.”
“Huzur içinde gidebilirsiniz; bana güvenin.” diye cevap verdi kâhya.
“Kralın isteği bizim isteğimizdir.” dedi Baltazar haberciye. “Arkandan geliyoruz.”
Kutsal Şehir’in sokakları o zaman da şimdiki gibi daracıktı, ama pürüzlü ve kirli değildi. Güzellikle yetinmeyen büyük inşaatçı temizliği ve rahatlığı da sağlamıştı. Yol göstericilerinin peşine düşen kardeşler tek kelime etmeden ilerlediler. İki taraftaki duvarların daha da solgunlaştırdığı loş yıldız ışıklarında, bazen evlerle bağlantılı köprülerin altında neredeyse kaybolarak bir tepeye çıktılar. Sonunda yolun karşısına dikilen bir kapıya geldiler. Önündeki iki büyük mangalda yanan ateşlerin ışığında sarayı ve kıpırdamadan silahlarına dayanan muhafızları gördüler. Bir binaya girdiler. Sonra geçitler, kemerli salonlar, avlular, hepsi aydınlatılmamış sütunlardan geçip merdivenleri çıktılar, sayısız dehliz ve odadan geçip yüksekçe bir kuleye getirildiler. Yol göstericileri birdenbire durdu, açık bir kapıyı işaret ederek, “Girin. Kral orada.” dedi.
Odanın havası sandal ağacı parfümüyle ağırlaşmıştı, içerisi konforlu bir şekilde döşenmişti. Orta yere püsküllü bir halı serilmiş, onun üzerine de taht konmuştu. Ziyaretçiler, oymalı ve yaldızlı sedirleri ve kanepeleri, müzik aletleri, kendi ışıklarıyla ışıldayan altın şamdanları, bir kez bakınca bir Ferisi’nin başını korkuyla saklamasına neden olabilecek kadar lüks Yunan tarzında boyanan duvarlarıyla bu yer hakkında bir fikir edinecek zamanı buldular. Tahtında oturarak onları karşılayan Herod din bilginleri ve avukatlarla yapılan toplantıdaki kıyafetler içindeydi.
Davetsizce ilerledikleri halının üzerinde secde ettiler. Kral bir çana dokundu. Bir hizmetli içeri girip tahtın önüne üç tane tabure koydu.
“Oturun.” dedi hükümdar, incelikle.
“Bugün…” diye devam etti, hepsi oturunca. “Kuzey Kapısı’ndan sanki uzak diyarlardan geliyormuş gibi görünen, meraklı üç yabancının girdiği haberini aldım. Siz onlar mısınız?”
Yunanlı ve Hintliden işaret alan Mısırlı en içten selamla cevap verdi: “Ünü bir tütsü gibi dünyaya yayılan bizden başkası olsa bizi çağırtmazdınız, kudretli Herod. O yabancılar biziz, hiç kuşkusuz.”
Herod elini sallayarak konuşmayı onayladı.
“Kimsiniz siz? Nereden gelirsiniz?” diye sordu ve önemle ekledi. “Her biriniz kendi adınıza konuşun.”
Sırayla doğdukları şehirlerden, Kudüs’e gelirken geçtikleri yollardan söz ederek kendilerini tanıttılar. Hayal kırıklığına uğrayan Herod onları sıkıştırdı.
“Kapıdaki subaya sorduğunuz soru neydi?”
“Yeni doğan Yahudi Kralı’nın nerede olduğunu sorduk.”
“İnsanların neden o kadar meraklandıklarını şimdi anlıyorum. Beni de telaşlandırdınız. Bir başka Yahudi Kralı mı var?”
Mısırlı hiç bozuntuya vermedi.
“Yeni doğan bir tane var.”
Sanki sinir bozucu bir anı zihninden geçmiş gibi hükümdarın esmer yüzüne bir acı ifadesi yerleşti.
“Benim için değil. Benim için değil!” diye bağırdı.
Muhtemelen öldürülen çocuklarının suçlayan görüntüleri gözlerinin önünden geçmişti. Bu duygudan kurtulup, “Nerede bu yeni kral?” diye sordu.
“Biz de onu soruyoruz, ey kral.”
“Süleyman’ınkini de bastıran bir şaşkınlık yarattınız.” dedi kral. “Gördüğünüz üzere merakla çocuklukta olduğu gibi başa çıkamayacağım bir yaştayım. Anlatın, kralların birbirlerini onurlandırdıkları gibi onurlandırayım sizi. Yeni doğan hakkında bütün bildiklerinizi anlatın, ben de sizinle birlikte onu arayayım. Onu bulduğumuz zaman istediğinizi yapacağım, onu Kudüs’e getirip kraliyet idaresi üzerine eğiteceğim, tanınması ve görkemi için Sezar’a karşı bütün faziletimi kullanacağım. Yemin ederim ki kıskançlık aramıza girmeyecek. Ama önce denizleri ve çölleri aşıp ondan haber almaya nasıl geldiğinizi söyleyin.”
“Size tam olarak anlatacağım, ey kral.”
“Devam et.” dedi Herod.
Baltazar ayağa kalktı ve vakarla, “Her şeye kadir olan bir Tanrı var.” dedi.
Herod gözle görülür şekilde irkildi.
“O, dünyanın kurtarıcısını bulmamız vaadiyle buraya gelmemizi emretti, onu bulup tapınmamızı, gelişine tanıklık etmemizi istedi, bunun bir işareti olarak her birimize bir yıldız gösterildi. Onun ruhu bizimle kaldı. Ey kral, onun ruhu hâlâ bizimle!”
Üçü de çok güçlü bir duyguya kapıldılar. Yunanlı çığlığını güçlükle bastırdı. Herod’un bakışları hızla üzerlerinde dolaştı; öncekinden daha kuşkulu ve hoşnutsuzdu.
“Benimle dalga geçiyorsunuz.” dedi. “Öyle değilse daha fazlasını anlatın. Yeni kralın gelişinin ardından ne olacak?”
“İnsanlığın kurtuluşu.”
“Neden kurtuluşu?”
“Günahkârlıktan.”
“Nasıl?”
“İlahi vasıtalarla, inanç, sevgi ve iyi işler.”
“O hâlde…” Herod durakladı, görünüşünden ne hissettiği anlaşılmıyordu. “Siz İsa’nın müjdecilerisiniz. Hepsi bu mu?”
Baltazar öne doğru eğildi.
“Sizin hizmetkârlarınızız, ey kral.”
Hükümdar bir çana dokundu, hizmetkâr belirdi.
“Hediyeleri getir.” dedi efendisi.
Hizmetkâr dışarı çıktı, kısa bir süre sonra geri geldi, konukların önünde diz çökerek her birine altın kuşaklı, kırmızı ve mavi bir pelerin verdi. Doğulu tarzıyla secde ederek onurlandırılmayı kabullendiler.
“Bir şey daha var.” dedi Herod, tören bitince.
“Kapıdaki subaya ve şimdi de bana, doğuda bir