Ben-Hur. Lew Wallace
Onu bulunca tekrar bana haber verin ki gelip ona tapınayım. Oraya gitmenize hiçbir şey engel olmayacak. Huzur sizinle olsun!”
Elbisesini toparlayarak odadan çıktı.
Yol gösterici hemen gelip onları sokağa, oradan da hana götürdü. Yunanlı han kapısında, “Beytüllahim’e gidelim, kardeşlerim, aynen kralın tavsiye ettiği gibi.” dedi.
“Evet!” diye bağırdı Hintli. “Ruh içimde alev alev yanıyor.”
“Öyle olsun.” dedi Baltazar, aynı sıcaklıkla. “Develer hazır.”
Hediyeleri kâhyaya verip eyerlerine tırmandılar, Yafa Kapısı’na doğru yönelip oradan ayrıldılar. Onların yaklaşmasıyla kapakların sürgüleri açıldı ve açık alana çıkıp kısa süre önce Yusuf ile Meryem’in geçtiği yola koyuldular. Hinnom’dan çıkıp Rephaim Vadisi’ne geldiklerinde önce yaygın ve solgun olan bir ışık belirdi. Kalpleri hızla atmaya başladı. Işık hızla yoğunlaştı; yakıcı parlaklığı karşısında gözlerini kapattılar. Tekrar bakmaya cesaret ettiklerinde gökyüzündeki her yıldız gibi mükemmel olan bu ışık alçalıp yavaşça önlerine geldi. Ellerini kavuşturup büyük bir neşeyle bağırdılar.
“Tanrı bizimle! Tanrı bizimle!” diye tekrar ettiler yol boyunca, sevinçle, ta ki yıldız Mar Elias’ın ilerisindeki vadinin üzerinde yükselip kentin yakınlarındaki tepenin yamacında bulunan bir evin üzerinde durana kadar.
XIV
ÇOCUK İSA
Üçüncü günün başıydı ve Beytüllahim’de doğudaki dağların üzerinde gün öyle zayıf bir şekilde ağarıyordu ki vadide hâlâ gece hüküm sürüyordu. Eski hanın damındaki nöbetçi soğuk havada titreyerek uyanan yaşamın şafağı karşılarken çıkardığı ilk sesleri dinliyordu, o sırada bir ışık tepenin üzerinden yükselip eve doğru geldi. Nöbetçi önce onun birisinin elindeki meşale olduğunu düşündü, sonra da meteor sandı. Işık bir yıldız hâlini alana kadar parlaklığı arttı. Korku içinde bağıran adam duvarların içindeki herkesi dama topladı. Işık tuhaf bir hareketlilikle yaklaşmaya devam ediyor; altındaki kayalıklar, ağaçlar ve yol yıldırım altındaymış gibi parlıyordu. Parlaklığı kör edici bir hâl aldı. Seyredenlerin ürkekleri diz üstü çöküp yüzlerini saklayarak dua ettiler; en cesurlarıysa gözlerini kapatarak çömeldiler, ara sıra korku dolu kaçamak bir bakış atıyorlardı. Bir süre sonra han ve oradaki diğer her şey dayanılmaz bir parlaklık altında kaldı. Cesaretli bakışlar, yıldızın İsa’nın doğduğu mağaranın önünde, hanın tam üzerinde hareketsiz durduğunu gördüler.
Tam bu manzaranın doruk noktasında bilge adamlar geldi ve kapıda develerinden inip içeri kabullerini istediler. O ana dek onlara ilgi gösterecek kadar dehşetini yenen kâhya demir çubukları çekip kapıyı açtı. Olağanüstü ışıkta develer hayalet gibi görünüyordu. Onların tuhaflıklarının yanı sıra üç ziyaretçinin yüzlerinde ve tavırlarında bir şevk ve coşku vardı, bu da muhafızın korkusunu ve kuruntusunu artırıyordu. Adam geri çekildi ve bir süre kendisine sordukları soruya cevap veremedi.
“Burası Yahuda’nın Beytüllahim’i değil mi?”
Başkaları da yanına gelince onların varlığı adama güven verdi.
“Hayır, burası bir han; şehir daha ileride.”
“Burada yeni doğmuş bir çocuk yok mu?”
Seyirciler şaşkınlık içinde birbirlerine döndüler, bazıları, “Evet, evet.” diye cevap verdiler.
“Bizi ona götürün!” dedi Yunanlı sabırsızlıkla.
“Bizi ona götürün!” diye bağırdı Baltazar, ağırbaşlılığını bozarak. “Onun yıldızını gördük, işte şuradaki evin üzerinde, ona tapınmaya geldik.”
Hintli ellerini kenetleyerek bağırdı, “Tanrı yaşıyor! Acele edin, acele edin! Kurtarıcı bulundu. En kutsanmış olanlar biziz!”
Damın üzerindekiler de aşağıya inip avluya yönlendirilen yabancıların peşine düştüler. Eskisi kadar göz alıcı olmasa da mağaranın üzerindeki yıldızı görenlerden bazıları korkuyla geri döndüler; büyük bir kesim yoluna devam etti. Yabancılar mağaraya yaklaşırken yıldız yükseldi, kapıya geldiklerinde tam tepelerinde yok oluyordu. İçeri girdiklerinde gözden kayboldu. Orada olanlara tanıklık edenler yıldızla bu yabancılar arasında bir ilişki olduğuna inanmaya başladılar, bu ilişki mağaranın sakinlerinden bazılarına kadar uzanıyordu. Kapı açıldığında içeri doluştular.
Mağara yabancıların kucağındaki çocukla anneyi görmelerine yetecek şekilde bir lambayla aydınlatılmıştı.
“Bu çocuk senin mi?” diye sordu Baltazar, Meryem’e.
Etraftaki hiçbir şeyin miniği etkilemesine izin vermeyen kadın çocuğu ışığa doğru tutup cevap verdi:
“Benim oğlum!”
Yere çöküp ona tapındılar.
Çocuğun diğer çocuklar gibi olduğunu gördüler. Başının çevresinde ne bir hale ne de bir taç vardı; dudakları aralıktı. Onların sevinç nidalarını, yakarışlarını ve dualarını duyduysa da hiçbir belirti göstermeden onlara değil de lambanın alevine bakıyordu.
Kısa bir süre sonra insanlar ayağa kalktılar, develerin yanına dönüp altın, buhur ve mür hediyelerini getirdiler, huşu dolu konuşmalarına hiç ara vermeden bunları çocuğun önüne koydular. Bu konuşmalar, anlayışlıların bildiği üzere, şimdi olduğu gibi o zaman da temiz kalbin temiz duaları, ilham dolu bir şarkıydı.
İşte buraya kadar bulmak üzere geldikleri kurtarıcı buydu!
Hiçbir kuşku duymadan tapındılar.
Neden?
Şimdiye kadar baba olarak bildiğimiz onun tarafından gönderilen işaretlere dayanıyordu inançları ve onun vaatlerinin kendileri için yeterli olduğu tipte insanlardı onlar, hiç sorgu sual etmediler. İşaretleri gören ve vaatleri duyan birkaç kişiydiler: Anne, Yusuf, çobanlar ve üçlü, ama diğer hepsi de aynı şekilde inanıyordu. Bu kurtuluş döneminde Tanrı her şey, çocuk hiçbir şeydi. Ama ileriye bak, ey okur! İşaretlerin oğuldan geleceği bir dönem de gelecek. Ne mutlu ona inananlara!
O dönemi bekleyelim.
İKİNCİ KİTAP
Bir ateş vardır, bir de ruhun kıpırtısı Asla sığamaz kendi kabına, Arzuların ötesine taşar, Bir kere yandı mı sönmez bir daha Atıldı mı maceralara Durmak bilmez asla.
I
ROMA VE YAHUDİYE
Şimdi okuru yirmi bir yıl sonrasına, Yahudiye’nin dördüncü valisi Valerius Gratus’un yönetiminin başlangıcına götürmek gerekiyor. Bu dönem Kudüs’teki siyasi gerginlikleriyle hatırlanır, Yahudilerle Romalılar arasındaki son çekişmelerin başlangıç tarihidir.
Bu dönemde Yahudiye onu her yönden, özellikle de siyasi durumu açısından etkileyen bazı değişimlere maruz kalmıştı. Büyük Herod çocuğun doğumundan bir yıl sonra öyle sefil bir şekilde öldü ki Hristiyan dünyası haklı olarak onun ilahi bir gazaba maruz kaldığına inandı. Hayatlarını yarattıkları gücü mükemmelleştirmek için harcayan bütün büyük hükümdarlar gibi o da tahtını ve tacını devretmeyi, bir hanedanlığın kurucusu olmayı hayal etmişti. Bu niyetle