Taras Bulba. Николай Гоголь
sanırım ki size seminerde rakı koklamak bile yasaktı. Şüphesiz birçok kere adamakıllı dayak yediniz, yeşil gürgen dalları, kiraz değnekleri omzunuzu ve her yerinizi kamçıladı durdu. Yüksek fen okumalarına başladığınız zaman ihtimal ki yediğiniz kırbaç cezaları da caba! Yiğitler, teslim ediniz ki sopalar yalnız cumartesi günleri değil haftanın her günü yağmur gibi yağardı değil mi?..”
Ostap büyük bir sükûnetle cevap verdi:
“Baba, bunları söylemek neye yarar, olan oldu geçen geçti.”
Andre haykırdı:
“Şu saatte bize sadece dokunmaya kalkışanı bir görmek isterdim. Ne kadar Tatar sürüleri varsa kolumun yetişeceği yerde bulunsunlar, hepsi kendi hesaplarına bir Kazak’ın kılıcı ne demektir görürlerdi!”
“Oğul iyi söyledin. Vallahi ben de niye sizinle beraber gitmeyim? Haydi canım, işte yaman bir fikir! Ben de size arkadaşlık edeceğim! Bilmem ki burada ne ümitle oturuyorum. Bu gidişle karımın yanında tembel tembel oturmakla ya bir bahçıvan yahut olsam olsam domuz ve koyun yetiştiren bir çiftlik adamı olacağım. Dur bakalım, ben bir Kazak’ım. İşin sonunda, kimse ile kavgalı değilsek ne çıkar? Ben açıkça kendimi eğlendirmek için gideceğim. Haydi! Söz sözdür, vallahi sizinle beraber giderim.”
İhtiyar Bulba söz söyledikçe yavaş yavaş kızışıyordu. Bir an geldi ki büsbütün coştu. Sofradan kalktı. Kabadayılığını takındı, ayağını şiddetle yere vurdu. Ve kuvvetli bir sesle dedi ki:
“Yarın! Yarın yola çıkacağız, uzun zaman burada kalmak neye yarar? Orada bizi hangi düşman gelip bulacak. Bütün bu kaplar, bu sürahiler, bu tabaklar ne işe yarayacak?”
Bulba, bu sözleri söyleyerek kapları, sürahileri yere fırlattı. Hepsi yerde gürültü ile parçalandı.
Zavallı ihtiyar karısı odanın bir köşesinde oturmuş müteessirane kocasına bakıyordu. Hiçbir söz söylemeye cesaret edemeyecekti lakin Bulba’nın bu kadar ani olarak yola çıkacağı sözünü işitince gözyaşlarını tutamadı. Çocuklarına derin bir elemle uzun uzun baktı. Bu anda kim ona baksaydı zavallı gözlerinden, son derecede derin bir elemle muzdarip olduğunu anlardı. Ve dudaklarının takallüsî3 bir titreme ile oynadığını görürdü. Lakin Bulba’nın vahşiyane bir inadı vardı. Ve yalnız bahsettiğimiz devrin ve mahallin vücuda getirebileceği bir huşunette idi.
Güney Rusya’nın yarı göçebe olan bu mıntıkasında halk, prensleri tarafından terk edilmiş ve Moğol ırkından başka bir de göçebelerin hücumuna maruz bırakılmış idi. Bunlar köyleri kana, ateşe boğuyorlar, ölümden kurtulanları büyük bir sefalet içinde bırakıyorlardı. Bunlar felaket mektebinde büyüyerek açıkta kalıyorlar ve her adımda ölümle karşılaştıkları için ondan yüz çevirmiyorlardı. Ardı arası kesilmeyen yeni yeni tehlikeler arasında ve zalim komşularının korkunç gözleri önünde eski evlerinin yıkıntıları üzerine yenilerini kuruyorlar ve nihayet korku nedir bilmiyorlardı. İşte bu Slav kuvvetleri o kadar sakin ahlaklı oldukları hâlde haşin hakikatin temasıyla ahlaklarını değiştirdiler.
Bu sebepten dolayı tevekkül yerine kavgacılık ruhu kaim oldu ve ruhları ateşleyerek tamamıyla Rusya’ya mahsus olan Kazak fikrini doğurdu. Nehirlerin, çayların büyük geçit yerleri ve sığlık olan bütün mevkiler mevcudiyet şartlarına uygun olduğu için bu halkın oralarda toplandıkları görüldü. O kadar toplandılar ki eğer istenilseydi sayılarını bulmak çok güç olacaktı. Vaktaki sultan böyle bir komşudan endişeye düşerek onların mümessillerinden malumat almak istediği zaman o mümessiller sultana haklı olarak şu müphem cevabı verdiler:
“Kimse bilmez, step Kazak’la dolu, en küçük bir tepeciğin arkasında bile varlar.”
Rus kavminin mukavemet kudreti, bu muhalefet darbeleri altında kalbinden fırlayan bu kıvılcımlarla açıktan açığa kendini gösteriyordu. Derebeylere tabi olan malikânelerin, köylerin eski siyasi ve içtimai teşkilatı, sefil maiyetleriyle beraber ortadan kayboldular.
Ticaretin toplandığı bu küçük köylerde yarı müstakil küçük hükûmetler, bir toprak parçasını mübadele veyahut zapt etmek için birbirleriyle çekişirlerdi. Bunların maiyetleri, şaşaalı görünmek isteyen av hizmetkârları ve ahır uşaklarıydı.
Her tarafta az çok kale duvarları, hendekler ve siperlerle tahkim edilen şehirler meydana çıkmıştı. Umumi tehlikeye karşı bu şehirlerin hepsi, aynı kin ile merhametsiz yangıncılara ve kâfir yağmacılara karşı birleştiler. Tarih, Avrupa’yı istiladan kurtarmakla müdafaa etmek için bu düşmanlara karşı Slavların bu amansız mücadelelerini hürmetle anar.
Bu mücadeleler olmasaydı Avrupa şüphesiz yağma edilirdi. Rus derebeyliği vazifesini göremediği için Lehistan kralları onların yerine geçmişler ve hükümlerini bu nihayetsiz ovalara yaymışlardı. Bunların hâkimiyeti hakikatte çok uzak bir hâkimiyetti. Hakiki olmaktan ziyade itibari idi. Bununla beraber Kazakların görmek istedikleri işi anlamışlar ve kavgaya çok hararetli ve ele avuca sığmaz olan bu askerlerden edecekleri istifadeyi takdir etmişlerdi. Lehistan kralları, Kazakların intihap ettikleri hatmanlarından4 bunların biriktikleri yerlere göre askerî dairelere ve alaylara kalbolunmaları5 için muvafakatlerini elde ettiler; bununla beraber Kazaklar muntazam bir ordu hâlinde değildiler, çünkü sulh zamanında Kazakların varlıkları bile bilinmezdi.
Lakin harp patlayıp, nefir-i am6 emri verilince Kazakların hepsi silahlanmış olarak, atları ve bütün teçhizatlarıyla beraber hepsinin cebinde bir duka altını aylık bulunmak şartıyla toplanmak için en nihayet sekiz günden fazla zamana lüzum görülmezdi. İki haftadan az bir zamanda bir ordu meydana gelirdi ki hiçbir resmî asker alma tarzı bu kadar bir zamanda böyle bir orduyu vücuda getiremezdi. Harp biter bitmez bu muharipler çayırlarına, tarlalarına dönerler, Dinyeper Nehri’nde balık avlarlar, şehirlerde ticaret ederler, bira yaparlar ve hepsi de serbest Kazak olurlardı. Ecnebi memleketten gelen yabancılar mutat mevcudiyetinden bu kadar farklı yeni bir hâle o kadar çabuk ve kolay uymasını bilen bu adamların şayan-ı dikkat meziyetlerine hayran olurlardı. Bunlara hiçbir meslek, hiçbir sanat yabancı değildi.
Şarap çıkarmak, yük arabası yapmak, tüfek barutu imal etmek, çilingirlik, demircilik, doğramacılık onların alışmış olduğu işlerdi. Bütün bu işleri nadir görülür bir maharetle yaparlardı. Bütün bu uğraşmalar onların sık sık ele geçen fırsatlardan istifade ederek eğlenmelerine, sarhoş olmalarına ve Ruslara has olan keyif sürmeye mâni olmazdı.
Muharebe zamanında, muharebe nizamına girecek olan Kazaklar silaha sarılmayı bir vazife biliyorlardı, fakat bu vazifeyi lüzum hissolunan herhangi bir zamanda yaparlardı.
Kalabalık yerlere, umumi meydanlara, pazarlara gitmek vazifesi iş adamlarına bırakılıyordu. Onlar orada bir yük arabasının yahut bir sıranın üzerine çıkarak dinleyenlerin anlayacağı derecede süslü bir üslup ile halka nutuk söylerlerdi:
“Ey sizler! Bira yapanlar ve bira içenler, çoktan beri sıralar üstünde, ocak başında sürünüyorsunuz. Sivrisinekler sizin yağlarınızla iyice beslendiler. Şimdi artık askerlik şerefini ve şanını aramak lazımdır. Haydi çift sürenler, kara buğday ekenler, koyun yetiştirenler, köy kadınlarının peşinde koşanlar! Güzel sarı çizmelerinizi çamurlatarak sapanınızın arkasında bu kadar dolaştığınız yeter, kadınlara kâfi derecede yeşillendiniz, kuvvetlerinizi bir şövalyeye layık olmayan bu oyunlarla artık israf etmemelisiniz! Kazaklık şanı sizi çağırıyor; onu takip ediniz.”
Bu sözler her Kazak’ın kalbinde uyuklayan cengâverlik telini titretir ve orada
3
Takallüs: Kasılma. (e.n.)
4
Hatman: Kazak başbuğunun sanı. (e.n.)
5
Kalbolunmak: Dönüştürülmek, çevrilmek. (e.n.)
6
Nefir-i am: Bir tehlike veya harp hâlinde halktan toplanan asker. Harp bölgesinde bulunan bütün halkın seferber edilmesi. (e.n.)