Taras Bulba. Николай Гоголь
Uşaklar hürmetle salonun kapısı önünde toplanmışlardı.
Bulba dedi ki:
“Haydi anne, çocuklarını takdis et. Allah’a dua et ki cesaretle dövüşsünler. Şan ve şeref hissi onların en aziz rehberi olsun, daima Hristiyan dininin müdafisi kalsınlar, aksi hâlde ölsünler ve unutulsunlar! Oğullar annenizi kucaklayınız; onun duaları daima size yardımcı olacaktır.”
Anne onları şefkatle kucakladı ve boyunlarına iki küçük aziz resmi taktı. Söz söylemek istedi fakat yavaşça şu sözleri kekeleyebildi:
“Aziz Meryem sizi himaye etsin! Beni unutmayınız, bana haberlerinizi yollayınız.”
Bulba emretti:
“Haydi yola!”
Eyerlenmiş olan beygirler binek taşının önünde duruyorlardı.
Bulba, Şeytan ismindeki beygirinin üzerine bindi; hayvan, bu ağır ve şişman süvarinin üstüne yüklendiğini hisseder hissetmez yana doğru açıldı. İki erkek çocuk beygirlere biner binmez anne, büyüğünden daha halim görünen küçük oğluna birdenbire yaklaştı ve üzengiye o kadar meyusane bir surette sarıldı ki onu hiç bırakmayacak gibi görünüyordu. Lakin amirlerinin bir işaretiyle iki iri yarı Kazak ona yaklaştılar ve incitmeyecek surette onu tutup eve soktular. Kafile, araba kapısından çıkarken kadın evden çıktı ve yaşından umulmayacak surette bir yaban keçisi gibi atıldı, süvarilere yetişti, oğlunun beygirini durdurdu, onu olanca kuvvetiyle kucakladı. Kadını tekrar evine götürdüler.
Ostap ve Andre, göründüklerinden daha ziyade müteessir olarak gözyaşlarını güç tutuyorlardı. Çünkü babaları onların yanında gidiyordu. Hatta o da biraz müteessir olmuştu.
Hava bulutluydu, ovadaki tek tük çalılar içinde gizlenmiş olan kuşların cıvıltısı neşesizdi. Süvariler bir müddet atlarını koşturdular. Genç Kazaklar, ara sıra arkalarına bakıyorlar ve evlerinin gitgide ufuklara gömüldüğünü görüyorlardı. Artık iki baca ile çocuklukta sincaplar gibi tırmandıkları ağaçların tepelerinden başka bir şey görünmüyordu.
Çocukluk oyunlarına sahne olan çayırlık henüz görülüyordu. Bir zamanlar bu çayırda ne kadar çok koşmuşlardı. Bütün geçmiş çocukluk zamanlarını bu çayır onlara hatırlatıyordu.
Delikanlı oldukları zaman, bazı kere orada yürekleri çarparak siyah kaşlı, siyah kirpikli birtakım güzel Kazak kızlarını beklememişler miydi? Onlar yürekleri çarparak, ayakları çıplak, çekingen bir tavırla korka korka geliyorlar ve kırda onlarla buluşuyorlardı.
Kuyunun üzerindeki bir arabanın bir tekerleği ve onun uzun oku ufuk üzerinde yine göründü ve geçtikleri gayet geniş ova, onlara gerisinde babalarının evi bulunan bir yokuştan başka bir şey değilmiş gibi geldi.
O zaman müteessir bir kalple zihinlerinde çocukluklarına ve o zamanki oyunlarına ve bu zamana kadar kendi varlıklarını teşkil eden her şeye son defa veda ettiler.
II
Taras, düşünen çocuklarının yanında sessizce at koşturuyordu.
Babanın kendisi de gençlik hatıralarına dalmıştı. İlelebet kaybolan ve bir Kazak’ın daima teessüf edeceği bir devir teşkil eden güzel günler, birer birer gözünün önünden geçiyordu. Siyeç’te tekrar göreceğini ümit ettiği eski silah arkadaşlarının isimlerini hatırlıyor ve içlerinden sağ kalanları gördükçe hissedeceği sevinci ve kimlerin öldüklerini haber alacağını düşünüyordu. Gözlerinden birkaç damla yaş geldi. Ve ağarmış perçemli başını önüne eğerek bu gözyaşlarını gizledi.
Oğullarına gelince; teşebbüs ettikleri seyahat, onlara başka düşünceler ilham ediyordu. Şimdi onlarla daha iyi tanışmamızın zamanı gelmiştir.
Bunlar on iki yaşlarına geldikleri zaman Kiev’deki seminere gönderildiler, orada tahsil edeceklerdi. Çünkü zamanın muteber adamları ve baylar, çocuklara tahsil ve terbiye vermek lüzumunu kabul ediyorlar; bununla beraber tahsilden sonra bütün bildiklerini onlara unutturuyorlardı.
İki kardeş, o zamana kadar hakiki küçük vahşiler hâlinde diğer arkadaşları gibi başıboş yaşamışlardı. Lakin seminerde, sınıflarda Kazaklara biraz cila veriliyor ve bunlar bir dereceye kadar temeyyüz ediyorlardı.9
Ostap tahsil hayatının başlangıcında bir ay geçmeden mektepten kaçmakla işe başladı. Yakalandı, merhametsizce kırbaçlandı, tekrar mektebe getirildi. Bundan sonra dört defa alfabe kitabını yırttı. Dört defa yenisi alındı. Alınmazdan evvel de mükemmelen kırbaçlandı. İhtimal ki beşinci defa olarak yine kitabını yırtacaktı fakat babası araya girdi. Ve kendisini yirmi sene papaz şakirdi olarak bir manastıra kapayacağını söyledi. Ve seminerde öğretilen ilimlerin hepsini öğrenmeden Zaporijya’ya gidemeyeceğini yemin ile temin etti.
Babanın bu arzusu garipti, çünkü kendisi ilme ehemmiyet vermiyor ve onunla alay ediyor, başkalarına da bu yolda tavsiyede bulunuyordu. Ostap babasının tehdidine kulak verdi, bu andan itibaren devamlı olarak çalışmaya koyuldu ve neticede sınıfın birincilerinden oldu.
Şunu da söylemek lazımdır ki onlara verilen malumat zamanın ahlakına uygun değildi. Gramerin, mantığın, belagatin, skolastiğin bütün incelikleri hakiki hayattan çok uzak şeylerdi. Bu hoş malumat bir kere güçlükle öğrenildi mi semineri terk ettikten sonra kolayca hatırdan çıkıyordu. Mekteplerde okutulan her şey böyleydi. Çünkü o zamanın âlimleri ve profesörleri bir fikir âleminde yaşıyorlar ve hakiki hayatı görmüyorlardı.
Bu şerait altında bir cumhuriyet gibi idare edilen ilim müesseselerinde bulunan talebenin nispi hürriyeti sayesinde, tabii olarak bunlar mücerret ilimleri öğrenmek arzusundan ziyade başka türlü bir hayat sürmek arzusunu düşünüyorlardı.
Bu talebeler iyi beslenmiyorlar ve sık sık ceza olarak yemeksiz bırakılıyorlardı. Bu hâl karşısında onlar, ne olursa olsun diyerek cesaretle serserilik arzusuna kapılıyorlar ve bu arzu sonra Zaporijya’da tamamıyla inkişaf ediyordu.
Aç kalmış seminer talebeleri Kiev sokaklarında dolaştıkları zaman ahali için daima kendilerini muhafaza etmek mecburiyeti vardı. Çarşıda satıcı kadınlar bir seminer talebesinin yaklaştığını görür görmez çöreklerini, kuru bisküvilerini, kabak çekirdeklerini korumak için bunların üzerine sanki bir kartalın yavrularını korumak için kanatlarını açması gibi kollarını uzatıyordu.
Arkadaşlarına nezaret etmeye memur olan konsül, elbisesinin altında o kadar büyük bir cebe malikti ki dikkatsiz bir satıcının bütün malı oraya sığabilirdi.
Zaten seminer hususi bir âlem teşkil ediyordu: Talebe, memleketin asilzade Lehlileriyle Ruslarından mürekkep olan kibar muhite kabul olunmuyordu. Voyvoda Adam Kissel akademiyi himaye için hiçbir fırsatı kaçırmadığı hâlde talebeyi cemiyete kabul etmek istemiyor ve onların en büyük bir şiddetle muamele görmesini tavsiye ediyordu. Bu tavsiye fazla idi. Çünkü kırbaç ve kayış, akademinin rektörü ve profesörleri tarafından gayet şiddetle kullanılıyordu; konsüller bile bundan kurtulamıyorlardı. Dayak atanlar cezayı o kadar şiddetli yapıyorlardı ki ceza gören talebe uzun zamanlar pantolonunun arkasını kaşımaktan vazgeçemiyordu.
Ceza görenlerden bazıları bu kırbaçları ehemmiyetsiz bir iş gibi telakki ediyor ve belki bir kadeh biberli rakı içmekten biraz daha sert bir şey görüyordu. Diğerleri bu ardı arası kesilmeyen zalimane cezaları çekmeye dayanamıyor, Zaporijya’ya gidebilmek ümidiyle mektepten kaçıyor, lakin ekseriya yarı yolda yakalanıyordu.
Ostap bir türlü bu kırbaçlardan kendini kurtaramıyor, mantık ve din derslerinde gösterdiği gayret buna mâni olamıyordu. Bundan dolayı çok kızıyordu, fakat bu cezalar hakiki bir Kazak’a layık
9
Temeyyüz etmek: Kendini göstermek, sivrilmek. (e.n.)