Taras Bulba. Николай Гоголь

Taras Bulba - Николай Гоголь


Скачать книгу
şimşek gibi beyazlığı göze çarpıyordu.

      Oh! Stepler, ne kadar güzelsiniz!

      Yolcular yemek için kısa bir zaman ayırmışlardı. Maiyetlerindeki on Kazak, rakı dolu mataralarını, tabak yerini tutan kabaklarını çıkarıyorlar, domuz yağı ile ekmek yiyorlardı. Bazı kere de ekmek yerine yedikleri adi galetalardı. Bu yemek yalnız bir küçük bardak rakı ile yeniyordu. Çünkü baba, yolda giderken sarhoş olmalarını istemiyordu. Bu kısa yemek bittikten sonra tekrar beygirlere atlanılıyor ve güneş batıncaya kadar bazen dörtnala, bazen de tırıs olarak yola devam ediliyordu.

      Bu saatte stebin manzarası büsbütün değişiyor; güneş son hüzmelerde ovayı bin türlü renklerde parlatıyordu. Çayırların yeşilliği daha derinleşiyor, üzerinde geçici gölgeler dolaşıyor; güneş ufka doğru gömüldükçe her renk esmerleşiyordu. O zaman yerden bir koku geliyor; çiçeklerin ve en küçük otların kokuları iki kat oluyor ve bütün ovayı güzel kokulara gark ediyor. Gayet güzel koyu bir maviye boyanan gökyüzünün açık maviliği üzerinde, devasa, bir sanatkâr eliyle boyanmış gibi yaldızlı, gül renginde geniş kuşaklar görünüyor, ötede beride hafif, şeffaf, parça parça bulutlar, semada beyaz lekeler vücuda getiriyordu.

      Kokulu, hafif bir rüzgâr, yüzleri hissolunur hissolunmaz derecede hafif hafif okşuyor ve otların tepelerini hafif hafif dalgalandırıyor; bütün gün ovayı dolduran cıvıltılar kesiliyor. Onların yerine başka gürültüler duyuluyor: Tüyleri benekli jerbuazlar kovuklarından çıkmışlar, uzun arka ayaklarına dikilerek hafif ıslıklar çalıyorlar; ağustos böcekleri daha ahenkli sesleriyle havayı dolduruyorlardı. Göze görünmeyen bir bataklığın kenarında toplanmış yabani kuğular gümüş sesi gibi seslerini işittiriyorlardı.

      Süvariler ovanın ortasında durmuşlar, geceyi nerede geçireceklerini tayin için araziyi tetkik ediyorlar, geceleyin yatacakları bir yer arıyorlardı. Ateş yakılıyor, üzerine bir tencere konuluyor, tencerede lapa pişiriliyor, tencerenin dumanları kıvrıla kıvrıla havaya dağılıyordu.

      Yemek bitince hepsi mantolarının üzerine uzandılar. Bu sırada kösteklenmiş beygirler çayırda otluyorlardı. Yıldızların altında yatan adamlar, otlardan yükselen iniltileri, hışırtıları, ıslıkları duyuyorlardı. Bütün bu sesleri gece esen meltemler bastırıyor ve onları uykuya sürükleyen bir ninni tesiri yapıyordu. Eğer bunlardan biri gece kalkmış olsaydı ovanın ateş böcekleriyle ışıldadığını görür, hayran olurdu. Bazı kere ufuk, yangını andıran bir kızıllıkla örtülüyordu. Bu kızıllıklar bazı münferit yamaçlarda yakılan sazların aleviydi, kuğular kuzeye doğru uçtukları zaman bu alevin üzerinden geçiyor, kızıl bir renk alıyordu. Bunlar, karanlık boşluklarda sallanan kanlı çevreleri andırıyordu.

      Hiçbir sergüzeşt,16 hiçbir hadise seyahatin yek-ahenkliğini bozmuyordu. Daima aynı ağaçsız yol, aynı muhteşem ve nihayetsiz ova devam edip gidiyordu. Yalnız bazı kere Dinyeper kıyılarına uzanan ormanların mavimtırak çizgileri görünüp kayboluyordu…

      Nihayet bir gün Taras oğullarına ovada yerini değiştiren bir siyah noktayı parmağı ile gösterdi, dedi ki:

      “Bakınız orada at koşturan şüphesiz bir Tatar’dır.”

      Bir zaman sonra düşük bıyıklı bir süvariyi gördüler. Düşük bıyıklı bu adam, küçük ve çekik gözleri ile bunlara garip garip bakıyordu. Bir av köpeği gibi nefes alan adam, Kazakların kuvvetli olduğunu gördükten sonra süratle gözden kayboldu. Bulba bağırdı:

      “Haydi! Çocuklarım tutunuz! Lakin faydasız! Yapacak bir şey yok. Onun hayvanı benim Şeytan’dan daha hızlı gidiyor!”

      Lakin bir pusuya düşmekten korktuğu için bazı ihtiyat tedbirleri almaya lüzum gördü. Ve önlerinde görünen bir nehre doğru at koşturmayı emretti. Beygirleriyle beraber nehre girdiler, izlerini kaybettirmek için uzun müddet yüzdüler, sonra nehrin karşı kıyısından ovaya çıkarak yollarına devam ettiler.

      Üç gün daha geçti. Gidecekleri yere yaklaştıklarını hissediyorlardı. Çünkü bir gün evvelkinden daha ılık bir meltem rüzgârı, büyük bir nehre yaklaştıklarını onlara hissettiriyordu.

      Vakıa uzaklardan Dinyeper Nehri göründü. Ufukta gümüşten ince bir şerit gibi iken yaklaştıkça gözlerinin önündeki sahanın yarısını kapladı.

      Önlerinde görülen nehir, şiddetli akıntıların önündeki kısımdı. Burada sular ne bir tepeye ne bir kayaya tesadüf ediyor ve serbestçe yayılmış akıyordu. Yalnız arada sırada suların ortasında bazı adacıklar görünüyor, bunlar nehrin sularını kıyılara doğru atıyordu.

      Yolcular hemen atlardan indiler, bir nehir kayığına bindiler. Üç saat gittikten sonra Portika Adası’na vardılar, o zamanlar Siyeç karargâhı buradaydı. Adanın yamacına ayak basar basmaz onların geldiğini gören kalabalık birtakım adamlar tarafından karşılandılar. Hepsi bunları latifelere boğdular, bunlar da aynı veçhile mukabele ettiler. Karşılayıcılar atların koşum takımlarını muayeneye ve intizama koymaya başladılar. Taras azametli bir tavır aldı, kemerini sıktı. Azametle bıyıklarını burdu. Ostap ve Andre baştan ayağa onların elbiselerini süzdüler. Ve bir nevi haşyet duydular; bu haşyet onların kendilerini hararetle karşılayışlarına bakarak yavaş yavaş azalıyordu.

      O zaman Kazaklar atlara bindiler ve nehir kenarına muvazi17 dış mahallelere daldılar, bu yol onları yarım verst uzakta bulunan Siyeç’e götürdü.

      Oraya vardıkları anda kulaklarına sağır edici bir gürültü çarptı. Bu gürültü toprağa gömülmüş yirmi kadar demirhaneden geliyordu. Burada cesur arkadaşlar kuvvetle demir dövüyorlar, çekiçler örs üzerine inip duruyordu. Biraz ötede siperlerin altında, yolun kenarında sağlam vücutlu debbağlar koyun derileri üzerinde hararetle çalışıyorlar, onların yanında, tüfek için çakmak taşı, barut satan esnafın barakaları görülüyordu. Bir Ermeni gayet süslü ve güzel mendiller satıyor, onun yanında koyun eti geçirilmiş bir şiş görülüyor ki sinsi bakışlı bir Tatar yavaş yavaş şişteki koyun etlerini ateşte çeviriyor ve boynunu uzatmış rakı satan bir Yahudi’ye gözlerini dikmiş bakıyordu.

      Lakin iki birader, kollarını ve bacaklarını salip gibi birbiri üzerine koymuş ve sükûnetle yolun ortasında uyuyan bir Zaporog Kazağını görerek hayret ettiler. Taras bila-ihtiyar Kazak’a bakmak için durdu ve haykırdı:

      “Hakikat, işte heybetli bir babayiğit! Ne güzel uzanmış!”

      Manzara hakikaten dikkate şayandı. Tembel tembel uzanıp uyumuş olan adamın başında bir kadem uzunluğundaki saçları tozlar içinde sürünüyordu. Gayet güzel al renkte bir çuhadan pantolonu üzerinde, kasten yapılmış büyük katran bulaşıkları vardı. İhtimal ki bu lekeler emlak sahiplerinin her türlü ziynete istihfafla baktıklarını göstermek için yapılmıştı.

      Taras bir müddet hayran hayran baktıktan sonra, sanatlarını icra eden birçok işçinin şose üzerinde bıraktıkları dar yolda ilerlemeye başladı. Aynı zamanda burada her milletten birçok satıcı görülüyor ve bunlar Siyeç’in dış mahallelerine bir panayır manzarası veriyordu.

      Hakikaten burası bir panayırdı. Yalnız dövüşmeyi ve zevk etmeyi bilen Siyeç Kazaklarını burası besliyor, burası giydiriyordu.

      Küçük kafile nihayet varoştan çıktı. Çuhalarla veyahut çimenlerle Tatar usulünce örtülmüş ilk karargâha vardı. Bu karargâhların bazıları toprakla çevrilmişti.

      Burada, şehrin dış mahallelerinde olduğu gibi kısa direklerle tutturulmuş binalar, baraka hâlinde dükkânlar yoktu. Karargâhın methali18


Скачать книгу

<p>16</p>

Sergüzeşt: Macera. (e.n.)

<p>17</p>

Muvazi: Paralel. (e.n.)

<p>18</p>

Methal: Giriş. (e.n.)