Kafes. Неизвестный автор
Ona aşkımı anlatmalıyım. O da sevmesini bilenlerden. Onu bulmalıyım ve konuşturmalıyım.
O beni anlar. Ben onu… Saatlerce dinleyebilirim.
Eve gidiyorum şimdi. Şu adam gibi. Akşam oldu. Karanlık bastırmadan eve gitmeliyim. Karım beni bekliyordur. Yaşlandım.
Ben.. Yaşlandım ben. Herkes gençleşmişsin diyor oysa. Yüzüm yerinde, derlendim toparlandım. Eskiden yüzüm de çizgiler vardı. Ama o zaman çekilenler, umuda gebeydi. Şimdi, elinde file olan şu adamdan farkım yok.
Genç adam acı çektiğinin farkına vardı. İnsanın acı çektiğinin farkına varması, acı çekmesinin kendisinden daha mühim gibi geldi adama. Çocuğa baktı. Ne masum bir yüzü vardı. Her şeyden habersizdi. Melek olmak, her şeyden habersiz olmak demek miydi?
Bu bebek büyüyecek va o da büyük bir ihtimal acı çekecekti. Bebek, adamın acı çektiğinden habersizdi. “Küçüğüm! Sen benim ne acılar çektiğimi hiç öğrenmeyeceksin.”dedi adam.
Hayatın manası acı çekmede midir? Teorik düşündüğü devreler, ayakları yerden ne kadar kesikti. Acı çekme hadisesine, ızdıraplar mefhumuna nasıl kolay yanaştığına güldü.
Büyük şeylerin yaratılması için büyük acılar gereklidir diyordu kitap kapaklarındaki adamlar. Mutfaktaki karısına iki sene önce nasıl tutulduğunu, onun için nasıl yanıp tutuştuğunu hatırladı adam. Ne acılar çekmişti güya… Ama şimdi? Onu tekrar sevebilmek ve bu sevginin ebediyete dek sürmesi için neler vermezdi? Ona nasıl söyleyecekti? İçlerinde sönen bir pınarı, kımıltıyı tekrar canlandırabilirler miydi?
Mukaddes ev! İki oda bir salon. Bu ev, ızdıraplarının mukaddes mabedi! Yaşasın Oscar Wilde!.. “Izdırapların bulunduğu her yer kutsaldır.”
Adam ızdırap çekmeliydi! Sebepli sebepsiz. Ona göre ızdırap çekmemiş bir ruh saadetten nasibini alamaz, hiçbir şeyden anlamazdı. Adam yine teorinin batağına düştüğünü hissetti. Oysa her şey yerli yerindeydi. Önceden böyle düzenli bir hayatı yoktu.
Adam ızdıraplarını ifade edemiyordu ama ızdırap çektiğini hissediyordu. Dilsizdi. Izdırapların gücü dilsiz oluşundan ileri gelir. Izdırap çek inleme. Ses çıkarmadan aşın. Aşınıyordu adam. Sesi çıkmıyordu. Dilsizdi. Seneca’yı, okumuş gibiydi. Hafif acılar konuşabilir, ama derin acılar dilsizdi.
Can sıkıntısı mıydı ızdırap mıydı hissedilen?
Bilmiyordu.
Bu ev… Kadın… İşi… Sürgit bir hayat. Monoton hatıralar… Yokluklar… Kayıp sevgiler… Umutlar… Sönüyordu ateşi. Körüklüyordu ama ateş sönüyordu.
Su dökmeli külün üstüne. Koyu bir duman çıkmalı ve her şey o dumanla birlikte uçmalı, kaybolmalı.
Canı sıkılıyordu. Tarifsiz bir acıydı çektiği. Büyüyordu bir yanı, kabarıyordu.
Bütün arayışların bittiği ve hayattan beklenenlerin tükendiği zamanda, insan, durgunlaşmanın acısını çeker. Bizi hayata bağlayan ve mücadeleye iten formüller elimizden çalındığında sonsuz hayat unsurlarının dalga dalga kabardığı bir okyanusta boğulduğumuzu zannederiz. Artık önünde akıp giden senelerin neler getireceğini kestirmek güç değildir. Ve umutlar da, tasalar da tekdüzedir.
Büyük şeyler bekliyordu oysa. Birçok yola girmek, birçok yoldan çıkmak, ormanda yolunu aramak, dağlara tırmanmak, uçurumlara bakmak ve yapılamayacakları yapmak istiyordu belki. Şimdi bu tekdüzelik onun canını sıkıyordu. Ve kendisine giydirilen -hoş kendisi giymişti-bu gömleği kabul edemiyordu ama çıkarmak da elinden gelmiyordu. Genç adamın can sıkıntısı öyle keskin ve kesifti ki bu, düpedüz acıydı.
Adam acı çekiyordu.
Bu adam yakamı bırakmıyordu. Bu yakından tanıdığım bir adamdır. Ben oyum. Adamın içinde hissediyorum kendimi, adamı benim içimde…
İşten evine yorgun döner adam. Böyle bir akşamdır. Ben de eve gidiyorum işte. Hiçbir iş yapmamıştır ama yorgundur. Ruhu yorgundur adamın. Eskiden daha çok yorulurdu hâlbuki. Adam o eski yorgunluklarını arıyor olmalı. Adam bundan da yorgun. Arayışı boşuna çünkü. Geri gelmeyecektir. Neler?.. Sandalyeler, bobinler üstünde uyukladığı günlerini arıyor. Üstüne başına bakmadığı, özenmediği günlerini… Huzursuz, ızdırap dolu ama arayış içindeki günlerini. Mutluluğu, çekilmez sanılan o iki yıl öncesinde kalmıştır.
Adam hayata küskünleşmiştir. Oysa eskiden her şeye, her zorluğa katlanma, direnme içgüdüsü vardı. İradesi bile… Şimdi hayattan korkar oldu. Artık hayattan küçük, sadece küçük tavizler koparabilir. Bunlar, karısıyla yatması, çocuğunun akıllı olması, maaşına zam alması gibi şeylerdir.
Adam televizyon taksiti ödüyor. Buzdolabının taksiti yeni bitti. Kadın, çamaşır makinesini çeyiziyle birlikte getirmişti. Koltuk takımı alacaklar… Evlendiklerinde basit bir koltuk takımı almışlardı ama şimdiki çevrelerine gösterişsiz gözüküyor. Basit ve ilkel. Adam, Siteler’deki arkadaşına sipariş verdi. Ama nasıl ödeyecek? Adam eskiden bol bol kitap alırdı. O vakitler maaşı da yoktu, şimdikinden çok daha fazla kitap okurdu. Başka bir şey almazdı zaten. Sigara ve kitap. Adam şimdilerde sigarayı hayli azalttı. Şu sıralar ne kitap okuyabiliyor ne de alabiliyor. Bazen, bazılarına imrendiği olur. Oysa onlar da kendine benzemeye gayret ediyorlar. Adam bunun da farkında…
Yorgun döndü evine; her zamanki gibi. Kapıyı çalar, çalar… Anahtarı var oysa. Nerede bu kadın? Ceplerini karıştırır. O kadar basit bir şey olan kapı açma hadidesi, zor geliyor adama. Anahtarı bulmak, kapı deliğine sokmak, çevirmek hep zor…
İçeri girdi adam. Hanımefendi divandan doğruluyor. Bebek usulca bırakılır bir kenara. Gözleri mahmur kadının. Adam öpebilir karısını gözlerinden. Hatta dudaklarından. Ağız kokusuyla kadının.
Adam en azından merhaba diyebilir. Elindekileri aynalı masaya koyar sertçe. Uzanır koltuğuna adam. Of of!.. Hep oftur her dönüşte çekilen. Kimi zaman çok seyrek de olsa şarkı mırıldanır. Şarkı mırıldandığı akşamlar kadın öpülecektir. Bunu bilir kadın. Şimdi of çekildiğine göre adamın canı sıkkın. Kadının da öyle. Ya da öyle olmak zorunda sayar kendini. Hâlbuki kadın taviz verse “Nasılsın canım.” dese, öpse… Yok… Karşılıklı can sıkıntısı piyesi oynarlar. Mutsuzlukları artar.
Kadın kocasına çatacaktır, “Neden ekmek getirmedin, hep unutursun zaten.” diye… Kadın da oflayıp puflayıp mutfağa mutat vazifesini yapmaya yollanır. Bebek ağlar. Adam önce sinirlenir. Sonra çocuğu kucağına alır. Sevmek zorundadır. Bir saat onunla oyalanacaktır, sonra televizyon seyredilecektir. Bir de akşam yemeği. Bayat ekmekle yenecektir yemek. Adamın bakkala gidecek mecali yok. Oysa arkadaşlarını eve davet ettiği akşamlar, adam kendiliğinden gider bakkala. Mutlu olduklarını ispat etmek ihtiyacındadırlar çünkü. Kadın sevgiyle bakar kocasına, evine. Adam, karısına ve çocuğuna şefkatini gösterir. Kâh kılıbıklığını kâh kazaklığını göstermek ister. Herkesin bildiğini sır sayan erkek kadın. O sırla devam eder gider evlilikleri…
Yolları tek ve bellidir.
Artık kadın ve erkek yaşlanmaya başlamışladır. Zamanın pek ehemmiyeti kalmamıştır. Günler hep aynı geçecektir.
Ev… Ev… Ev… Kutsal mekân… Mabedimiz.
Adam ve kadın her şeyleriyle özdeşleşmişlerdir. Şu iki oda, bir salonla. Eşyalarla. Kül tablasıyla… Halılarla.
Evin yolunu tutarken kazandığım bu kimlik beni korkuttu. Gerçekten böyle olacaktım. Evim ve eşyalarıyla bir bütün. Şimdi de evime gidiyorum. Ama istersem gitmeyebilirim. Bazen bir kadın süslesin istiyorum hayatımı. Ama hayata yenik