Kafes. Неизвестный автор
günlerdeki gibi.” dedi.
“Evet.”
Mutfakta, çayı koyarken “Hey gidi günler hey.” diyorum kendi kendime. Dostluğumuz, başımızdan geçenler, o ve ben. İkimizin sevinçleri, kederleri, birbirimiz arasında geçen iyi kötü anılar. Hepsi bir film şeridi gibi geçiyordu. Sırf ikimiz değildik o film şeridinde yer alanlar. İkimizin şahsında bütün bir neslimiz, dünyamız, dertlerimiz, arayışlarımız da vardı.
Mutfaktan seslendim ona:
“Biliyor musun, eskiden seninle güreş yapardık, alt alta üst üste boğuşurduk. Sonra oturur çalışırdık saatlerce. Uykumuz geldi mi tekrar birbirimize girerdik; hatırlıyor musun?”
İçerden ben duyamadım ama o iki dudağı arasında ancak kendisinin duyabileceği kadar bir sesle “Evet.” dedi.
Mutfakta aklıma bir şey gelmişti. Onu mutfakta konuşturmalıyım,dedim içimden. Onun başından geçenler, çok kişinin başından geçti biliyorum. Hatta öyle öyküleri var ki onun çektiklerini gölgede bırakır. Ama o başkaydı. Yakından tanıyordum onu. İradesi dışında bir saniye bile bir yerde oturamazdı, hürriyetine karışamazdınız. Çok kişi onu anlayamamıştır bu yüzden. Onu tanıyordum ve bir günlük esaretinin, şahsen benim, bir yılıma tekabül ettiğini tahmin ediyordum.
Odaya döndüğümde bir sigara yakmış, tavanda bir şeyler arıyordu.
“Bak dedim. Yapacak bir şey yok. Şurada hocanın bir teybi var. Onu açalım. Senle entelektüel bir oyun oynayalım.”
“Allah Allah! O nasıl şey öyle?”
Bir numara çektiğimi anlamıştı ama edasını değiştirmedi.
“Ben sana bir kelime söyleyeceğim. Sen de bir cümleyle veya bir kelimeyle cevaplayacaksın.” Mevzu anlaşılmıştı, ben daha lafımı bitirmeden “Haydi bakalım aç!” dedi.
“Cevapları ne olursa olsun istediğini söylemekte serbestsin. Ama tabii benim söylediklerimden hareketle kelime seçeceksin.”
“Tamam tamam aç.”
Açtım. Birbirimize baktık, gülüştük. “Bu tekniğin ürünü alet varken konuşamıyoruz herhâlde.” dedim. O şöyle elinin tersiyle itti teybi.
Tekrar açtım.
Sordum.
“Burası?”
“Gönül evi.”
“Güzel.”
“Bir bebeğin bakışları?”
“Hayır hayır, cevap güzeldi demek istedim.”
“Olmadı, hani sen tek kelime söyleyecektin?”
“Tamam tamam.”
Ben yine güldüm. “Devam edelim.” dedim
“Ankara?”
“Ciğerimdeki hava.”
“Çocuk?”
“Çiçek.”
“Kuşlar?”
“Hürriyet.”
“Hürriyet mi?”
“Hürriyet: Cam bardak ve çay.”
“Yıldızlar?”
“Sevgilinin göz kırpışları.”
“Gece?”
“Ölüm.”
Böyle uzayıp gitti konuşmamız. Arada çaylar içtik. Ağzım zehir gibiydi… Çay sigara, çay sigara. Oysa ikisini de bırakma yolundaydım. Hayata bağlanacak, evlenecek, düzenli bir iş hayatım olacaktı. Ama işte, o çıkıp gelince eskisi gibi yaşamak istedim birden… Sabaha doğru ben uykusuzluğumun tesiriyle kendimden geçtim. Koltuğumun üstünde dalmışım. O uyumamış, oturmuş bir yazı yazmış. Başlığı “Bir İç Çekişe Sığan” idi. “Bu…” dedim. “Benim senden beklediklerimin kısa ama öz bir cevabı.”
BİR İÇ ÇEKİŞE SIĞAN
Zaman ne de çabuk geçiyor… Uzunca bir süre, gökteki yıldızlara sözsüz tiratlar haykırdıktan, parmaklıklar arasında göğe dumanlar savurduktan sonra geniş bir mekâna intibak edebilme çabasındayım. Şaşkın, ürkek, başı kabak sokaklarda sürtüyorum. Her adım, bir hatırayı canlandırıyor zihinde. Şurada çay içmiştik, bu pastanede keşkül yemiş, şu masada koyu bir sohbete dalmıştık. Şurada şunu, şurada…
Sağ taraftaki apartmanın bodrum katında bir matbaa vardı. Ahmet Usta şimdi ne yapıyor acaba? Köşedeki dükkânın sahibi sakallı amca nasıl, beni görse ne der; hatırlar mı? Caddelerde, otobüslerde insanlar… İşinde gücünde herkes. Bir garip görünüyorlar gözüme. Ah!.. Bu yabancılaşma nereye kadar?
Alsam da başımı gitsem diyorum.
“Alsam başımı gitsem…” Bu bana neler hatırlatıyor, ne derin elemler veriyor; bilemezsin. Gidenler… Neredeler şimdi? Oysa ne dünyalar kurmuştuk. Çağ açıp çağ kapatacak bir güç hissediyorduk içimizde. Bütün kâinatı kucaklayacak kollarımız vardı; parmaklarımız, her girift bilmeceyi kurcalıyordu. En çıkılmaz zannedilen çukurları, dorukları bir çırpıda atlıyorduk.
Ve bir küskünlükte kopan çelik halatlar… Bir bir kaybolan kıymetler… Teki için can feda! Neredeler, ne düşünüyorlar, ne hissediyorlar?..
Camus’nün, annesinin ölüsü başında bekleyen “yabancı”sı gibiyim. Bu abeslik biteviye sürecek mi?
“Sıfır ve Sonsuzluk”u bir daha okumalı. İfade almalar üstüne Koestler ile yarışabilirim. Direnip sabretmek mi yoksa Baudelaire gibi kaçmak mı efdal?”
Bir “ara kesit” yaşamış gibiyim. Şu on dört, on beş ay bir güne sığar mı? Sığıyor işte. Hatta, öyle ki bir iç çekişe bile sığabiliyor.
Hatırlıyorum, bu “ara kesit”e girmeden Simone de Beauvoir’ın “Başkanlarının Kanı” adlı kitabını okumuştum. II. Cihan Harbi sırasında istilaya uğrayan Fransa, Sosyalizm, milliyetçilik falan… Ve bir cinayet, bir de aşk; kahrolsun faşizm mi, kahrolsun Almanya mı, yoksa her şey, herkes mi? Hayatın bir manası yok mu yoksa?.. Ölenler, şüphesiz bir hatıra bırakıyorlar. Ya geride kalanlar?.. Kırışık, hüzün dolu yüzler, kalpte hep çözülmez bir dilemma!.. “Başkalarının Kanı” iyi bir romandı.
Ara kesitte tesadüfen elime bir roman geçmişti. Erich Maria Remargue’ın. “Üç Arkadaş.” O şartlarda bayağı iyi geldi. Susuzluğumu gidermedi ama tadımlıktı. Veremli kızın ölümü, savaş sonrası nesil, savaştan beri devam eden arkadaşlık, yeni hayat…
Şimdi ne oluyor bilmiyorum. Yeni hayatın şartları neler? Kim ne yazıyor, ne düşünüyor, ne yapıyor?.. Ama mutlaka düşünmeli, söylemeli değil mi? Susmak, hep susmak dervişlerin bile harcı olmasa gerek.
Kutadgu Bilig’den bir şeyler hatırlıyorum: Sözdür, insanı düşürür. Söz sarf etmek her zaman iyi olmaz ama yine de söylenmeli gibisinden.
Ara kesitten çıkardığım ders şöyle özetlenebilir:
“Anlaşılmamak, ölmekten zor.”
Ne dersiniz, benim önce yıktığım, şimdi dikmeye çalıştığım küçük, karton piramitlerim?
“Bu, bir daktilo sayfalık yazıyı romanlaştırmalısın.” dedim. “İleride.” dedi.
O gün tiyatroya gittik. Sinemaya gittik. Sergileri gezdik. Yeni çıkan birkaç kitap satın aldık. Arkadaşları konuştuk. Kim bilir neredeydiler? Tek tek hepsini sordu. “Ne güzel şeyler yapacaktık; olmadı.” dedi. Bir tiyatro, bir