Kafes. Неизвестный автор
gerçekti.
Bir de sevgimiz. Ama o şimdi bunu anlatmamı istemez. Aramızda bir sır olarak kalacak.
Onunla ben, geceyle gündüz gibi birbirini takip eden, birbirinin ayrılmaz parçası olan, belirsiz bir kişiliğin iki mütemmim cüzü idik.
Kimi zaman, iki ayrı dünyanın insanları olurduk. Kimi zaman, aynı rüyayı görür, aynı şeyleri hissederdik. Aynı anda gözyaşı döker, aynı anda gülerdik. Bazen Habil ile Kabil’in zıtlıkları bizde tecelli ederdi.
En baş eğdirilmez isyancı karakterle, en sadık iman karakteri kâh onda kâh bende belirir, birimiz kaderci olurken diğeri gerçekçi olurdu.
Fakat içtiğimiz su ayrı gitmezdi diyebilirim.
Bir ara gözükmedi ortalarda. Ben tek başıma kalakaldım. Eylül senelerinden çok önceleri bile izini kaybetmiştim. Köşesine çekilmişti. Kendini psikolojiye verdiğini söylediler. Daha önceleriyse herkes onu “sofi” zannediyordu. Tasavvufa yönelmişti bir vakitler. Uçuyordu sanki. Şimdiki bazı mukalliler gibi de değil. Kafasını ve kalbini çatlatırcasına kendinden geçiyordu. Ne uykusu vardı ne beslenmesi. Hastalanacak diye çok korkuyordum. Mevsim değişimleri gibi değişiyordu. Bazen şehvetinin esiri oluyormuş gibi hırslı biri, bazen de dünyanın en mülayim insanıydı. Daldan dala konuyordu. Kimi aşklarından mağlup düştüğünü ben bilirim. Ama sevdası hiç mi hiç eksilmemişti. Şiir yazdığını biliyorum ama birçoğunu ben bile okuyamadım. Kaybetmiş ya da yırtmış olabilir. Kaybetmiştir, çünkü belli bir mekânı yoktu. Bir sürü bekâr evi dolaştı, yurtlarda kaldı. Dergide de sabahladığını çok gördüm. Yırtmıştır, çünkü sonradan, hatta bir gün sonra bile şiirlerini beğenmiyordu. Oysa ben onun o serazat mısralarındaki havaya hayrandım.
Bazen kafasına eser “eyvallah” der giderdi. Sokaklarda dolaşırdı, İstanbul’a kaçardı. Bazen de Anadolu’ya… Bir gün Maltepe Camii’nin avlusunda, sabah ezanına henüz bir saat varken gördüm onu. Sabah çorbası yeni çıkmıştı İnegöl Köftecisinde. Oradan dönüyorduk; sabaha çok vardı. Otururuz dedik. Bir iki arkadaş daha vardı. Baktım o da orada, bir köşede oturmuştu, boynu kaybolmuş gibiydi. Başını, yarı eğmişti; sanki göğüs kafesinin içinde bir yere sürmek, gömmek istiyordu. Yakından görmemiştim. Cesaret edip de yanaşamadım da. Ya ağlıyorsa? Yapabileceklerimi kestiremedim. Hiç görmemiş gibi yaptık, ayrıldık oradan. Bazen de çok neşeli olurdu. Öyle ki, kendisini anlayamayanları incitecek kadar. Fazlasıyla açık konuşurdu. Gönül almasını da bilirdi.
Eylülden sonra birkaç kez gördüm. Tezini hazırlıyormuş. Ben, olanlar için, “Kötü oldu.” diyordum. O üzgün bakışlarını kaldırarak “Aslında çok iyi oldu.” diyordu. Meselelere hep değişik açılardan yaklaşmaya bayılırdı. İnanmışlığı ve şüpheciliği hatta inkârı da denebilir; genelde hep atbaşı gidiyordu.
Sonra iyiden iyiye kayboldu. Görüşemedik aylarca. İçerdeymiş. Aylar çabuk geçti benim için. Bir gün, çıktı geldi, görüştük. Bir buçuk yılı aşmış görüşmeyeli. O bir buçuk yılda on beş yıl yaşlanmış gibiydi. Ben birkaç ay geçti zannediyordum hâlâ.
“Ne var ne yok?” dedi.
Dışarıyı bir çırpıda anlattım ona. Cahit’in okula asistan olarak girdiğini, Kâzım’ın bir çocuğu olduğunu, Feride’nin evlendiğini, Udi Muzaffer’in bir şarkı daha bestelediğini, Tamburi’nin Avrupa’ya gittiğini filan iki dudak arasında anlattım bir çırpıda.
“İnsanın canı nasıl sıkkın oluyor siz olmayınca.” diyorum. Hafif bir tebessüm yayılıyor yanaklarına, fakat gözleri hep hüzünlü bakıyor. Onu, konuşması için fazla üstelemedim. Konuşacak ciltler dolusu mevzusu olanlar başta pek bir şey konuşamıyorlar. Nerden başlayacağını, kestirmek güç de ondan zannederim.
Yorgundu.
Ama gözlerindeki gizli parıltıyı fark ediyordum; ki bu kendisine yaşama sevinci, hayata bağlanma direnci veriyordu. Bir koca ateşten artakalan közler gibiydi. Nefes vermek gerekiyordu. Alevlendirmek…
Birkaç gün gezdik. Hürriyete alışmak, hem ne zordur hem ne kolay. Onun da öyle oldu. Çevresine çok kolay uyum sağlayabiliyordu eskiden. Kolay söndürülemeyecek öyle bir duygu yanıyordu ki içinde, seneler geçse küllenmeyecekti, yok olmayacaktı. “Hürriyeti de tartışmak gerek.” diyordu. “Hürriyeti bulduğumuzu zannettiğimiz zamanların, hürriyet biçimlerini de.”
Bir gün “Yine de…” dedi. “Böyle, gözün alabildiğine kadar bakabilmek ayakların gidebildiği yere kadar gidebilmek ne güzel!”
“Bana orasını anlatmalısın.” dedim.
O yanaşmıyordu ama ben orasını yazmasını da istiyordum.
Orası bir ara kesittir. O ara kesitte, iki âlemin değerleri üst üste çakışırlar. İki âlemin değerleri ve her şeyi…
Dergideyiz.
O yine, neşeli olmak zorundaymışçasına espriye boğuyordu her şeyi. “Çay yok.” dedi çocuklar.
“Çay her zaman olmalı burada.” dedi. “Dergide çay içmeden olmaz. Hele ocak dediğin. Hep yanmalı. Demlikteki su soğumamalı.” Durdu.
“Hey gidi!.. Eskiden yirmi dört saat kaynardı demlik.” Acı tebessümlerle karşılıklı bakıştık.
“Bir gün dergiden bizim sekizinci kata telefon ettim. Orada bizim şey vardı ya. Hani iri yarı babayiğit, yav neydi adı?”
“Memet?..”
“Hah, evet o! Onu bırakmışlar oraya, telefonlara bakıyor. ‘Alo’ dedim. ‘Alo’ diyor. ‘Alo’ dedim o da ‘Alo’ diyor. Dedim ‘Ocak?’ O da masum, ‘Evet.’ dedi. ‘Bizim evde ocak söndü de bize acele bir ocak gönderir misiniz?..’ Bizimki ağzına geleni söyledi. ‘Ulan!’ dedim. ‘Erkeksen aşağıya, köprüye kadar in de boyunu bosunu görelim!’ ‘Geliyorum.’ dedi.”
“Ahizeden sinirli sinirli soluğu duyuluyordu.”
“ ‘Sen de erkeksen bekle orada…’ dedi Ben balkondan bakıyorum.”
“Bu çıktı, köprünün oralarda dolaşıyor. İndim aşağıya, yanından geçerken sordum: ‘Ne o ya, birini mi avlayacaksın? Belki de kız tavlamaya çıkmışsındır.’ ‘Yok yav!’ dedi. ‘Gobitin biri telefon etti böyle böyle…’ dedi. Kahkahayı patlattım ve uzaklaşırken bağırdım:
‘Boyun bosun da yerindeymiş hani…’ Anladı.” Yine sustu. Sonra;
“Eh işte böyle. Bizim çocuklar da çok delikanlı idiler.”
Biliyordum ki övgüsünün ardından mutlaka yergisi de gelir. Ne diyecek diye beklerken o:
“Ama!..” dedi. “Orada bizim Memet’in gobitlerini gördüm. Çok daha geriler. Doğru dürüst bir Marksiste rastlayamadığıma yanıyorum. Konuşacak kimse yoktu orada.”
Aklından geçenleri tam aktarmıyordu. Kendi kendine cümleler sarf ediyor, en sonundaki cümleleri tamamlamak bize kalıyordu. Belki de, kendi kendine söylediği cümleleri, bizim duyduğumuzu sanıyordu.
O gün, akşama kadar, sanattan, edebiyattan eskilerden, yenilerden, geçmişten, gelecekten, yurttan, evden, evlilikten, hürriyetten, kafesten konuştuk. Bir de yeni doğmuş bebeklerden.
Akşam, başkentin üzerine abandığında koyu bir sis tabakasının arasından birer birer yandı tüm ışıklar… Silik silik.
Çay ve sigara. Gece içtiğimiz bunlardı. Herkes gitmiş, ikimiz kalmıştık. Belki de sadece o vardı ve bir başınaydı.
Bir saat başka şeylerle ilgilendik. Sanki konuşacak hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Oysa işin başında bile değildik.
Birbirini