Monte Kristo Kontu. Александр Дюма
imkânı verecekti. Kendisine kitap verilmesi, açık havada dolaşmasına müsaade edilmesi için yalvardı. İstediklerinin hiçbiri yapılmadı. Fakat o istemeye devam etti.
Nihayet insanlardan ümidini kesince Tanrı’ya yöneldi. Annesinin öğrettiği duaları hatırladı ve bu dualarda daha önce fark etmediği manalar buldu. Çünkü mesut bir adamın duası, Tanrı’ya hitap edeceği yüksek dilin manasını ona izah eden üzüntülü günler gelinceye kadar, karmakarışık kelimelerden ibarettir.
Ateşli dualarına rağmen hapisten kurtulamadı. Ruhu karardı. Gözleri dumanlandı. Kafası yalnız bir düşünce ile doldu: Ortada hiçbir sebep yokken saadeti bozulmuştu.
Ümitsizliği zamanla yerini hiddete bıraktı. Zindancısını korkudan titreten bir şekilde bağırıp küfrederek kendini zindanının duvarlarına çarpmaya başladı. Villefort’nun kendisine gösterdiği ihbar mektubu aklına geldi. Bu mektuptaki her satır ateşten kelimeler hâlinde gözlerinin önünde yanmaya başladı. Kendisini şimdi içinde bulunduğu cehenneme atanın Tanrı’nın gazabı değil, insanların nefreti olduğunu kabullendi. Bu insanları, ateş püsküren hayal gücünün yaratabildiği bütün işkencelere mahkûm etti. Fakat işkenceden sonra gelecek olan ölüm, bir hissizlik sağlayacağı için tasarladığı en zalimce işkenceleri dahi onlar için az buluyordu.
Ölümün insanları ızdıraptan kurtaracağı düşüncesi, onda kendini öldürme fikrini uyandırdı. Kendini bu fikre verince teselli buldu. Ölüm perisinin ağır ağır yaklaşması ile bütün üzüntü ve ızdırabı zindanından uzaklaşmaya başladı. Hayatını, eski bir elbise gibi istediği zaman tutup bir kenara fırlatabileceği kanaatine varınca zindan daha tahammül edilir bir hâl aldı.
Kendisini iki türlü öldürebilirdi: Mendilini pencere demirlerinden birine bağlayarak kendini asmak yahut da açlıktan ölmek. Birinci şekli iğrenç buldu. Gemilerin seren direklerine asılarak öldürülen korsan hikâyeleri ile korkutularak büyütülmüştü. Kendini asmak bu bakımdan şerefsiz bir ölümdü. İkinci şekli seçti ve aç kalmak suretiyle kendini öldürmeye yemin etti. Verilen yemeği pencereden atarım, onlar da yedim zannederler,diye düşündü.
O günden itibaren, günde iki defa yiyeceğini, önceleri neşe ile daha sonra düşünceli düşünceli, en sonra da pişmanlıkla sadece göğü seyredebildiği demir parmaklıklı küçük pencereden attı. Kendisine verilmekte olan yemeği ilk zamanlar iğrenç bulurdu. Fakat şimdi açlık yüzünden bu yemek gözlerine iştah açıcı görünüyor, kokusu burnuna çok hoş geliyordu. Bazen bir saat kötü bir et parçasını, yahut küflü ekmeği seyrediyordu. Fakat sonra ettiği yemini hatırlıyor, kendisinden nefret etme korkusu ile yeminine sadık kalıyordu. Nihayet öyle bir gün geldi ki yemeği pencereden atacak kuvveti kendinde bulamadı.
Ertesi gün artık gözleri bir şey görmüyor, kulakları da pek az işitiyordu. Zindancı onun son derece hasta olduğuna kanaat getirmişti. Dantés de kısa bir zaman sonra öleceğini umuyordu; içinde bir parça saadet olan büyük bir uyuşukluğa gömüldü. Midesindeki acılar dindi. Gözlerini kapadığı zaman beyaz ışıklar görmeye başladı…
Gece saat dokuza doğru, yanındaki duvardan birtakım sesler geldiğini duydu. Zindandaki çeşitli iğrenç hayvanların çıkardığı seslere öyle alışmıştı ki hiç rahatsız olmadan uyuyordu. Fakat bu sefer, açlıktan hisleri daha keskinleştiği için mi yoksa ses her zamankinden daha kuvvetli geldiği için mi yahut da hayatının bu en hassas devresinde her şey daha büyük bir önem kazandığı için mi her ne sebepten ise kafasını kaldırıp dinlemeye başladı. Büyük bir tırnak, kuvvetli bir diş yahut herhangi bir aletle yapılan düzenli bir kazıma sesi duydu. Ses üç saate yakın devam etti. Sonra bir ufalanma sesi geldi. Gürültü dindi.
Ses ertesi sabah tekrar başladı. O kadar iyi geliyordu ki hiç gayret sarf etmeden duyabiliyordu. Kendi kendine Artık bunun şüphe edilecek tarafı kalmadı, dedi. Ses gündüz de devam ettiğine göre kaçmaya hazırlanan bir mahkûm olmalı bu. Ah beraber olsaydık. Ona nasıl yardım ederdim!Sonra kafasında doğan bu ümidin üstünden kara bir bulut geçti. Ya ses yandaki bir hücreyi tamir eden işçilerden geliyorsa?Zindancıya sorarak sesin ne olduğunu anlamak kolaydı ama böyle bir soru da tehlikeli olurdu. O kadar hâlsiz ve sersemlemiş bir durumda idi ki doğru dürüst düşünemiyordu. Ancak bir şekilde aklı başına gelebilirdi; zindancının bırakmış olduğu çorbayı alarak içti. Kafası daha iyi işlemeye başladı.
Kendi kendine söylendi: “Başımı derde sokmadan bu işi anlamanın bir yolu var. Duvara vururum. Eğer öbür taraftaki bir işçi ise bir müddet durur, sesin nereden geldiğini düşünür, sonra tekrar işine döner. Fakat eğer bu işi yapan bir mahkûmsa korkar, işi bırakır ancak gece olduktan, herkesin uyuduğuna kanaat getirdikten sonra tekrar çalışmaya başlar.”
Kalktı. Artık ayakları titremiyor ve her şeyi görüyordu. Zindanın bir köşesine gitti. Rutubetin etkisiyle yerinden oynamış bir taşı duvardan çıkardı. Duvarın, sesi en iyi duyduğu tarafına üç defa vurdu.
Gürültü birdenbire kesildi. Dantés dikkatle dinledi. Bütün gün bir daha hiçbir gürültü olmadı. Büyük bir sevinçle. “Bu bir mahkûm!” dedi. Bütün canlılığını tekrar kazandı. O gece hiç uyumadı. Fakat hiçbir ses de duymadı.
Ertesi sabah, zindancının getirdiği yemeği yedi. Hürriyete kavuşmak için kendisi kadar istekli başka bir mahkûmun işine mâni olduğunu düşünemeyecek kadar ihtiyatlı olan öbür mahkûmun bu hâlinden dolayı öfkelenerek sesin tekrar başlamasını bekledi. Üç gün, dakikası dakikasına yetmiş iki saat geçti. Nihayet bir gece, zindancı son bir defa zindanları dolaştıktan sonra Dantés belki yüzüncü kere kulağını duvara yapıştırdı ve çok güçlükle fark edilecek bir ses duydu. Sükûnet bulmak için uzun uzun dolaştı. Aynı yere gelip tekrar kulağını duvara dayadı. Artık şüphesi kalmamıştı. Duvarın öbür tarafında bir şeyler oluyordu. Mahkûm, ilk teşebbüsünün tehlikesini fark etmiş olacaktı ki işine emniyetle devam edebilmek için bu sefer mesela bir keski yerine manivela filan kullanmaya başlamıştı.
Dantés bu yorulmak bilmez işçiye yardım etmeye karar verdi. Sesin geldiği duvarın önündeki yatağını öne çekti. Etrafta, kendisine faydalı olabilecek bir alet aradı. Hiçbir şey bulamadı. Ne bir bıçağı ne de madenî bir aleti vardı. Penceredeki demir parmaklığın sağlamlığından o kadar emindi ki onu yerinden oynatmaya çalışmakta bir fayda görmedi. Ancak toprak testiyi kırabilir ve onun sivri uçlu bir parçasını kullanabilirdi. Testiyi havaya kaldırıp bıraktı. Testi parça parça oldu.
Dantés, kırılan testinin sivri uçlu parçalarından iki üç tanesini alarak yatağının altına sakladı. Öbürlerini olduğu gibi bıraktı. Testinin kırılması o kadar tabii bir kaza idi ki zindancının oralı olmayacağı muhakkaktı.
Dantés’nin önünde koca bir gece vardı. Fakat karanlıkta çalışmak zor oluyordu. Çok geçmeden elindeki şekilsiz aletin sert taşa sürtüne sürtüne körleştiğini fark etti. Bu yüzden yatağını tekrar eski yerine itti. Ve sabahı bekledi. Bütün gece, tanımadığı mahkûmun yer altındaki çalışmasını dinledi.
Ertesi sabah zindancı geldiği zaman Dantés testinin elinden kaydığını ve yere düşerek parçalandığını söyledi. Zindancı söylenerek yeni bir testi getirmeye gitti. Parçaları toplamak zahmetine bile katlanmamıştı. Tekrar geldiği zaman Dantés’ye daha dikkatli olmasını söyledi ve gitti. O çıkar çıkmaz Dantés yatağını çekti ve geceki çalışmasının faydasızlığını gördü. Çünkü taşın etrafındaki kireçli harcı kazıyacağına, doğrudan doğruya taşı kazımaya çalışmıştı. Harcı kazıyabileceğini görünce kalbi sevinçle çarpmaya başladı. İş kolay değildi ama yarım saatte bir avuç dolusu harç kazıdı.
Üç gün sonra, taşın etrafındaki bütün