Monte Kristo Kontu. Александр Дюма
Görüyorsun ya bir mahkûm için ne lazımsa var burada. Tanrı rahatlık versin.”
Dantés’nin bir şey söylemesine fırsat vermeden lambayı alarak dışarı çıktı. Zifirî bir karanlık içinde kalan Dantés’nin üstüne kapıyı kitledi.
Günün ilk ışıkları hücreye hafif bir aydınlık serptiği sırada tekrar geldi. Aldığı talimata göre Dantés bu hücrede kalacaktı.
Dantés gece hücreye girdiği zamandan beri hiç kımıldamamış gibi olduğu yerde duruyordu. Bütün gece gözünü bir an yummamıştı. Zindancı ona doğru yürüdü. Dantés onu görmemiş gibiydi. Zindancı onun omzuna dokundu.
“Uyumadın mı sen?”
“Bilmiyorum.”
“Aç değil misin?”
“Bilmiyorum.”
“Bir şey istiyor musun?”
“Müdürü görmek istiyorum.”
“Bunun imkânı yok.”
“Niçin?”
“Çünkü hapishane kurallarına göre, mahkûmlar böyle bir istekte bulunamazlar.”
“Burada mahkûmlara ne gibi haklar tanınır?”
“Eğer parasını verirse daha iyi yiyecek, açık havada gezinti. Bazen de kitap.”
“Benim kitaba ihtiyacım yok. Gezmek de istemiyorum.
Vereceğiniz yiyecek yeter bana. Ben yalnız bir şey istiyorum:
Müdürü görmek.”
“Bana bak, böyle olmayacak şeylerle kafanı yorma, yoksa iki haftaya varmaz oynatırsın.”
“Öyle mi sanıyorsun?”
“Tabii! Delilik hep böyle başlar. Bu hücrede vaktiyle bir rahip vardı. Kendisini serbest bıraktığı takdirde müdüre bir milyon frank vereceğini söyler dururdu. Sonunda keçileri kaçırdı.”
“Ne yaptılar kendisini?”
“Zindana attılar.”
“Beni dinle. Ben ne rahibim ne de deliyim! Bir milyon frank da veremem. Fakat sana vereceğim bir mektubu Marsilya’ya gittiğin zaman Mercédés adında bir kıza iletirsen sana üç yüz frank veririm. Hatta mektup bile değil. Sadece iki üç satır.”
“Eğer bu iki üç satır üstümde yakalanırsa beni kovalarlar. Ben buradaki işimden senede bin frank kazanıyorum. Yemem içmem de buradan. Üç yüz frank kazanacağım diye bin frangı tehlikeye atmam için deli olmam lazım.”
“Eğer Mercédés’e bir mektup götürmeyi yahut ağızdan benim burada olduğumu söylemeyi reddedersen bir gün senin geleceğin saatte kapının arkasına saklanır ve şu sandalyeyi kafanda parçalarım!”
Zindancı geri çekilip müdafaa durumu alarak “Tehdit, değil mi?” dedi. “Rahip de böyle başlamıştı. Üç gün sonra sen de onun gibi çıldıracaksın. Bereket versin İf Kalesi’nde zindan çok.”
Dantés sandalyeyi kavradı.
Zindancı “Pekâlâ, pekâlâ!..” dedi. “Madem bu kadar ısrar ediyorsun, söylerim müdüre.”
“Ha şöyle!”
Sandalyeyi yere koyarak hakikaten delirmiş gibi çatılmış kaşlar ve bitkin bakışlarla üstüne oturdu.
Zindancı çıktı. Az sonra bir onbaşı dört askerle tekrar geldi.
“Müdür emretti; mahkûmu bunun altındaki kata indirin.” dedi.
Onbaşı, “Zindana mı?” diye sordu.
“Evet. Deli, delinin yanına yakışır.”
Askerler, büyük bir hissizliğe gömülen ve hiç karşı koymayan Dantés’yi yakaladılar. On beş basamak indiler. Bir hücre kapısı açıldı. Dantés kendi kendine “Doğru; deli, delinin yanına yakışır!” diye mırıldanarak içeri girdi.
7
Paris’te, Tuileries Sarayı’ndaki küçük çalışma odasında, sürgün bulunduğu Hartwell’den gelirken beraberinde getirdiği çok sevdiği ceviz masasının başında oturmuş olan Kral XVIII. Louis, pek önem vermeden ak saçlı, asil görünüşlü, elli yaşlarında bir adamı dinliyordu, bir taraftan da elindeki kitabın kenarına bazı notlar alıyordu. Bir aralık,
“Ne diyorsun Tanrı aşkına?” diye sordu.
“Son derece üzgün olduğumu söylüyordum efendimiz. Güneyde bir fırtınanın kopmak üzere olduğuna inanmak için elimde bir sebep var.”
“Sana yanlış haber vermiş olacaklar dük. Orada havanın güzel olduğundan eminim.”
“Efendimiz, Fransız halkının sağduyusuna güvenmekte haklıdır. Ben de ümitsizce bir teşebbüsün muhtemel olduğundan korkmakta tamamıyla haksız değilim.”
“Kim yapacak bu teşebbüsü?”
“Bonapart yahut taraftarları.”
“Azizim Blacas, korkun çalışmama engel oluyor.”
“Sizin de kendinizi bu kadar emniyet içinde hissetmeniz benim uykularımı kaçırıyor efendimiz. Benim telaşım; doğruluğu belli olmayan, yersiz söylentiler değil; bana bunu haber vermek için Marsilya’dan yeni gelmiş zeki, güvenilir bir adamın sözlerine dayanıyor. Bana, ‘Kralı büyük bir tehlike bekliyor!’ deyince hemen size geldim efendimiz. Mösyö de Villefort’yu muhakkak görmeniz lazım.”
Kral, “Mösyö de Villefort mu?” dedi. “Marsilya’dan gelen o mu? Niye bunu bana hemen söylemedin?”
“Bu ismi bildiğinizi ummuyordum efendimiz.”
“Bilmez olur muyum? Villefort ciddi, şerefli, zeki ve bilhassa son derece hırslı bir gençtir. Babasını da tanıman lazım.”
“Babası mı?”
“Evet. Adı Noirtier’dir.”
“Noirtier de Girondin mı?”
“Tabii!”
“Efendimiz böyle bir adamın oğlunu emrinde mi çalıştırıyor?
“Blacas, dostum sen çok dar görüşlüsün. Sana Villefort’nun çok hırslı olduğunu söyledim. İhtirası uğuruna her şeyi; babasını bile feda eder.”
“Çağırayım, gelsin mi efendimiz?”
“Tabii, hemen.”
Dük, genç bir adam çevikliği ile hemen dışarı çıktı. Kısa bir zaman sonra da Villefort ile geri döndü. Kapı açılınca Villefort kendisini kral ile burun buruna buldu. Hemen durdu.
Kral, “Girin içeri Mösyö de Villefort.” dedi. “Girin içeri.”
Villefort eğilerek birkaç adım attı. Kralın sormasını bekledi.
XVIII. Louis, “Mösyö de Villefort…” dedi. “Dük, bana mühim bir şey söyleyeceğinizi haber verdi.”
“Dükün hakkı var efendimiz. İşlerim dolayısıyla öğrendiğim korkunç bir suikastı, doğrudan doğruya efendimizin tahtını hedef alan gerçek bir fırtınayı haber vermek için mümkün olduğu kadar süratle Paris’e geldim. Efendimiz, zorba üç gemiyi teçhiz etmiş olarak belki şu anda Elba Adası’ndan ayrılmış bulunuyor. Nereye gideceği belli değil. Fakat muhakkak ki ya Napoli’de ya Toskana’da yahut da bilhassa Fransa’da karaya çıkacaktır. Zorbanın İtalya ve Fransa’da taraftarlar bulduğundan muhakkak ki efendimizin haberleri vardır.”
Kral adamakıllı heyecanlanmış şekilde, “Evet biliyorum.” dedi. “Lütfen devam edin siz. Bütün