Kazaklar. Лев Толстой
diye bağırıyordu.
Arabacılar harekete geçtiler. Kamçılar şakladı, dizginler toplandı. Katılaşmış karlarda tekerleklerin gıcırtısı duyuldu.
Gençlerden biri “Bu Olenin…” dedi. “çok mert bir çocuk! Ama Kafkasya’ya gitmek, hem de bir yedek subay olarak, zevk bunun neresinde! Ben olsam, bu maaşla zor giderim. Yarın akşam yemeği kulüpte mi yiyeceksin.”
“Evet.”
Ayrıldılar.
Kürküne sarınmış olan yolcu ısındığını, sıcağın da arttığını hissetti. Aşağı oturdu, düğmelerini çözdü. Tüyleri dimdik olmuş üç sürücü beygiri, kendisini hayatında görmediği karanlık sokaklardan kaydırarak götürüyordu. Bu sokaklardan sadece yolcular geçiyor olmalı! diye düşündü. Çevresinde her şey loş, kederli ve sessizdi. Kalbi anılarla, aşkla, kederle ve de kendisini boğan tatlı gözyaşlarıyla doluydu.
II
“Ne iyi çocuklar! Onları ne kadar da seviyorum! Elmas gibi kalpleri var!” İçinden bunları tekrar ederken gözleri doluyordu. Ama neden böyle ağlayası geliyordu. Kimlerdi bu eşi bulunmaz gençler? Kimdi bu kadar çok sevdiği? Kendi de pek bilmiyordu. Geçip giderken evlerden birine bakıyor ve “Ne tuhaf yapılmış!” diye şaşıyordu bazı bazı. Kimi zaman da pek yabancı saydığı sürücü ile Vaniyuşa’nın kendisine bu kadar yakın bulunuşuna ve de beygirlerin soğuktan kaskatı kesilmiş koşumları sarmasından ötürü kendisinin de bu adamlarla aynı anda sarsıldığını hissedişine şaşarak içinden yine aynı nakaratı tekrarlıyordu: “Ne iyi çocuklar! Onları, ne kadar da seviyorum!” Bir defasında “İşin içinden ne de güzel çıkıyorlar! Mükemmel!..” diye de ekledi. Boyuna bunu tekrarlayıp durduğundan Ne oluyor, sarhoş muyum yoksa? diye düşündü bir ara.
Gerçekten de iki şişe şarap yuvarlamıştı tek başına. Ama kendisini bu hâle koyan şarap olamazdı sadece. Yola çıkmadan önce arkadaşlarının kendisi için söyledikleri ve pek candan bulduğu sözleri hatırlamaktaydı. El sıkışlarını, göz kırpışlarını, sessiz duruşlarını, kızağına yerleştiği sırada “Yolun açık olsun Mitya!” diyen seslerinin uyumunu hatırlamaktaydı. Kendisine gizlice söyledikleri sözlerin ne kadar özlü olduğunu düşünüyor ve bütün bunlar onun gözünde dokunaklı bir anlam kazanıyordu. Yola çıkacağına yakın günlerde, sadece dostları, akrabaları değil; yalnız tanıdıkları tanımadıkları değil; kendisine karşı soğuk davranışlı olanlar, kendisini pek çekemeyenler de daha çok sevgi göstermek ve günah çıkarmaya veya ölüm döşeğine yatanlara karşı yapıldığı gibi, ondan af dilemek konusunda bir anlaşmaya varmış gibiydiler sanki. İçinden Besbelli, bir daha Kafkasya’dan dönemeyeceğim de ondan! diye geçirdi. Ve arkadaşlarının hepsini sevdiğini ama içlerinden bir tanesini hepsinden çok sevdiğini sezer gibi oldu. İçi sızladı kendi kendisi için. Yüreğini böyle yufkalaştıran ve aklına rabıtalı rabıtasız gelen sözleri zihninde tutamayacak kadar onu heyecanlandıran şey, ne arkadaşlarına olan bağlılığı ne de -henüz hiçbir kadını sevmiş olmadığına göre – herhangi bir aşk duygusuydu. Kendisine olan sevgisindendi bütün bunlar. Benliğinde iyi olarak bildiği ne varsa -ve şu anda ona öyle geliyordu ki, yüreği yalnız iyi duygularla doludur- işte onlara duyduğu sıcak, güçlü ve umut dolu bir aşk… Gözlerini yaşartan ve ona böyle birbirinden kopuk şeyler söyleten bu aşktan işte!
Olenin öğrenimini bir türlü tamamlayamamış, hiçbir baltaya sap olamamış, sadece bilmem ne kalemine devama başlamış, servetinin yarısını yiyip tüketmiş, yirmi dört yirmi beş yaşlarına geldiği hâlde herhangi bir meslek edinememiş ve o vakte kadar hiçbir iş tutmamış toy bir delikanlıdan başka bir şey değildi. Moskova muhitlerinde “bir delikanlı” dendiğinde ne anlaşılırsa Olenin de işte oydu.
Kırk yıllık zengin ailelerden gelmiş ve küçüklüğünde öksüz kalmış Rus gençleri ne derece serbest olabilirse Olenin de daha on sekizindeyken o kadar serbestti. Önünde maddi manevi hiçbir engel yoktu. Her şey mübahtı onun için, hiçbir şeye ihtiyacı yoktu ve hiçbir şey bağlamazdı onu. Olenin için aile, vatan, inanç, görev gibi şeyler yoktu. Hiçbir şeye inanmıyor ve hiçbir otorite tanımıyordu. Ama bu ruh hâli içinde, ne gamlı, kasvetli ne de ukala bir eleştiriciydi. Tam tersine insanı çeken bir cerbezesi vardı. Aşk denilen şeyin var olamayacağına karar vermişti. Ama ne zaman güzel bir kadının yanında bulunsa dizlerinin bağı çözülürdü. Rütbe ve unvanların anlamsız şeyler olduğunu ne zamandır biliyordu. Ama diyelim baloda Prens Sergey yanına yaklaşır ve ona iltifatlı sözler söyleyecek olsa gizli bir böbürlenme uyanırdı içinde. Bununla birlikte, bütün eğilimlerine karşı hesaplı davranır ve hiçbir zaman bu eğilimlerin esiri olacak derecede ileri gitmezdi. Ne zaman kendisini akıntıya kaptıracak olsa küçük bir tehlike veya mücadele ihtimali belirir belirmez içgüdüyle bu eğilimlerinden veya girişimlerinden uzaklaşır ve özgürlüğünü ele alırdı. Salon yaşayışına karışması, bazı görevler yüklenmesi, tarımla uğraşması, bir ara kendini adamakıllı kaptıracak gibi olduğu müziğe heveslenmesi; dahası aşka inanmadığı hâlde bir aşk romanı taslağı yapması hep böyle olmuştu işte.
Kendi kendine sorardı Olenin: Hayat boyunca ancak bir defa duyulan bu gençlik enerjisini hangi alanda kullanmalı acaba? Güzel sanatlarda mı, bilim alanında mı, aşkta mı, yoksa pratik herhangi bir çalışma alanında mı? Sorunun karşılığını yine kendi verirdi: Mesele ne kabiliyette ne yürekte ne de bilgideydi. Bütün mesele, herkese nasip olmayan, hayatı içinde hiç kimseye iki kere verilmeyen, sizi dilediğiniz, hoşlandığınız biçimde yetiştirip dünya âleme yuf borusu çaldıran bu heyecanda, bu atılımda idi. Gerçekten de bu canlı atılımdan yoksun kimseler vardır ki, hayata atıldıktan sonra karşılarına çıkan ilk boyunduruğa boyunlarını uzatır ve ömürlerinin sonuna kadar bu boyunduruğu namusluca taşırlardı. Olenin’e gelince; o, gençliğin her şeye gücü yeten ilahının kendinde capcanlı bir varlığını buluyordu: Hayatta ne varsa hepsini tek bir emel, tek bir düşünce hâline getiren kudret onda vardı. Koşmak ve nasıl olur, kaça patlar diye düşünmeden, sonsuz bir uçuruma baş aşağı atılmak kudreti! Bu gücün varlığı onun bilincinde başlıyordu ve Olenin bundan ötürü gurur duyuyordu. Ne olduğunu anlamadığı bu duygu mutlu kılıyordu onu. Şimdiye kadar yalnız kendisini sevip mutluluğu kendinden beklediği için kendini sevmekten çekinmemişti. Ayılmak ve aklını başına toplamak onca mümkün olmuyordu hâlâ.
Moskova’dan uzaklaşırken işte bu türden keyifli bir ruh hâlinin tadını çıkarıyordu: Onun gibi bir delikanlı için şimdiye kadar işlediği günahların ne önemi vardı sanki! Geçmiş bütün hayatı; değersiz ve önemsiz bir zincirden, bir “vukuat” zincirinden başka bir şey miydi? Yaşamanın yolunu bilememişti bundan önce. Ama mademki Moskova ile ilgisini kesmişti artık, yeni bir yaşayışa başlayacaktı. Bu yeni yaşayışta, ona vicdan azabı verecek günahları olmayacak ve bu yaşayış elbette ki ona mutluluktan başka bir şey getirmeyecekti.
Uzun yolculuklarda her zaman olduğu gibi ilk konaklamada, zihin henüz ayrılınmış olan yurda takılı kalır. Sonra, ertesi gün, gün doğuşu ile birlikte yolculuğun amacına erişilir ve o arada gelecek ile ilgili hayalden kaşaneler kurulur. Olenin için de bu kural yerini buldu.
Şehir dışına çıkıp da kendini karlarla örtülü geniş kırlarla karşı karşıya bulunca bu sonsuzluklar içinde yalnız olmaktan hoşlandı, kürküne sarınıp iyice yerleşti kızağına. Kafası dinçti, uyuklamaya koyuldu. Arkadaşlarından ayrılışı, vedalaşmaları sinirlerini oynatmıştı. Moskova’da geçirdiği bu son kış bütünüyle gözünün önüne geldi. Aralarına silik hayallerin, belli belirsiz üzüntülerin karıştığı geçen zamana ait bütün bu anılar gözünün önünde canlandı apansız.
Onu uğurlayan arkadaşını ve aralarında