Kazaklar. Лев Толстой
bunları hatırladı. O zamanlar içinden bir ses “Boş yere uğraşma, bu değil, bu değil!” diye sesleniyordu. Ve öyle de oldu. Bu sevgiden hiçbir sonuç çıkmadı.
Ondan sonra, o balo gecesi ve güzel Madam D. ile oynadığı mazurka geldi hatırına. “Ah o gece! Ne kadar âşık ve ne kadar mutluydum o gece! Ama ertesi sabah uykudan uyanıp kendimi başıboş ve serbest bulduğumda nasıl da canım sıkılmıştı! ‘Ne demek!.. Aşk denilen şey benim semtime hiç mi uğramayacak? Elimi ayağımı kıskıvrak bağlamayacak mı hiç?’ diyordum. Ne desem boş! Aşktan eser bile yoktu bende! Sonra kimdi o yüksek kadın! Hani hem Dubrovin’e hem başkasına hem de bana, yıldızları sevdiğini söylerdi durmadan. Hayır, ‘o da değil’di aradığım.”
Bu düşünceler, köydeki çiftlik hayatıyla ilgili anılara yol açtı kafasında. Bunun çekici bir yanını bulamıyordu hâlâ. “Acaba…” diye söylendi birden. “sözümü edecekler mi uzun zaman.” Kimi kastettiğini kendi bilmiyordu. Ama hemen o anda başka bir şey geldi hatırına. Kaşları çatıldı, anlaşılmaz birkaç lakırtı mırıldandı. Terzisi Mösyö Kapel’e borçlu olduğu altı yüz yetmiş sekiz rubleydi hatırına gelen. Ona, daha bir yıl dişini sıksın diye uydurduğu mavalı ve buna karşı, tevekkül ve üzüntü içindeki zavallı adamın yüzünde o an beliren hazin ifadeyi hatırladı. Hiç hoşnut kalmadığı bu anıyı kafasından kovmak için yüzünü buruşturdu. “Ah Tanrı’m, Tanrı’m!” diye tekrarladı. “Ama her şeye rağmen beni gerçekten seviyordu!” diye mırıldandı. Ayrılacağı sırada arkadaşının sözünü ettiği kızı düşünmüştü: “Onunla evlenseydim borcum kalmayacaktı. Oysa şimdi Vasiliyef’e borçluyum.” Vasiliyef’i hatırlamıştı şimdi. Genç kızdan ayrıldıktan sonra kulübe gidip onunla son akşam kumar oynayışını ve oyuna devam etmek için ortağına o kadar yalvarmış olduğu hâlde onun bu yalvarışları soğuk bir edayla reddedişini düşündü. “Hepsinin canı cehenneme!” diye söylendi. “Bir yıllık bir tasarrufla bütün bu borçların altından kalkarım.” Kendisine verdiği bu garantiye rağmen, borçlarının hesabını yapmaya, vadelerini düşünmeye ve bu vadelere göre onları ödeyebileceği zamanları ölçüp biçmeye koyuldu. Morel’e “Şövalye’nin masraf pusulasından ayrı borcum da var.” derken o yüklüce parayı borç aldığı gece gözünün önüne geldi. Petersburg’dan gelen birtakım arkadaşlarla içki âlemi düzenlemişlerdi o gece. Bohemyalı çalgıcılarla nasıl neşelenmişlerdi. İmparatorun yaveri Şaşka B., Prens D. ve büyük bir şahsiyet olan o ihtiyar… Sonra, “Bu adamların kendilerini bu kadar beğenmelerini de hiç anlamam ya!..” diye geçirdi içinden. “Birkaç kafadarın bir araya gelip herkese tepeden bakmaya ne hakları var sanki? Kimseyi de beğenip aralarına almaz bu haspalar! Yaver olduklarından mı bu çalım acaba? Başkalarını böyle budala ve bayağı yerine koymak da ne anlamsız şey ama!.. Ama ben, tam tersine, kendilerine hiç de yanaşmak niyetinde olmadığımı hissettirdim onlara pekâlâ. Bununla birlikte düşünüyorum da bizim daire müdürü Andre, orada olup da benim Şaşka B. ile yani imparator yaveri bir miralayla senli benli konuştuğumu görse afallardı diyorum. Hem benim kadar içen olmadıydı o gece. Çingene çalgıcılara yeni bir türkü öğrettim. Herkes kulak kesildiydi. Evet, birçok zirzopluklarım var şüphesiz, bunu inkâr edemem. Ne var ki, eşi bulunmaz bir delikanlı olduğumu da kabul etmeliyim.”
Üçüncü mola yerinde sabahlamıştı Olenin. Çayını içti; paketlerini, bavullarını Vaniva’nın yardımıyla kendi taşıyıp yerleşti. Ağırbaşlı, vakarlı ve temkinli bir hâli vardı. Her eşyasının yerini, ne kadar parası olduğunu ve nereye koyduğunu, pasaportunun, yol belgesinin, şose vergisi makbuzunun yerlerini tastamam biliyordu şimdi. Bütün bu işler öylesine güzel yoluna konmuş göründü ki ona, sevindi ve yolculuğu uzunca bir gezinti gibi hissetti.
Öğleye kadar türlü hesaplarla uğraştı o gün. Konakladıkları yere kadar kaç verst almış oluyordu? Birinci mola yerine kadar ne yol alacaktı? En yakın şehre ne zaman varmış olacaktı? Yemeğe ve akşam vaktine kadar nerelerden geçilecek, Stavropol’a ne zaman varılacaktı ve bütün yolun kaçta kaçı, ne kadarlık bir kısmı alınmış oluyordu?.. Bütün bunlar hesaplandı. Bu vesileyle para hesaplarına da girişildi. Yolun başlangıcında parası ne kadardı, sonunda ne kalacaktı elinde, borçlarının tümünü ödeyebilmesi için ne kadar parası olması gerekiyordu, her ay gelirinin ancak ne miktarını harcayabilirdi… Falan filan…
Akşama doğru çayını yudumlarken şu sonuca varmış bulunuyordu: Stavropol’a varmak için geri kalan yolun on birde yedisini alması gerekiyordu; gelirinin ancak sekizde birini tutan borçlarının ödenmesi ise yedi aylık tasarrufunu yutacaktı. Yaptığı hesapların sonucundan hoşnut kalarak kürküne iyice sarındı, kızağa yerleşti ve uyuklamaya başladı. Şimdi hayalen gelecekte, Kafkasya’da yaşıyordu. Büyük yazarların Kafkasya üzerine yazılmış romanlarındaki tasvirler, Çerkez kadınları, yüce dağlar, dipsiz uçurumlar, korkunç sesler ve bunların binbir tehlikesi gözünün önünden, karmakarışık, silik tablolar hâlinde geçip gidiyordu. Ama oraların asıl çekiciliği, onu tehdit eden ölümün ve kazanacağı şereflerin çevresinde toplanıyordu. Büyük bir yararlılık ve herkesleri hayrete düşürecek bir sertlik göstererek sayısız dağlı öldürüp esir alıyordu. Bir zamanlar o da bir dağlıydı ve kendi gibi dağlılarla birlikte Ruslara karşı bağımsızlıklarını savunuyorlardı. Ayrıntılara girdikçe bazı eski Moskova simaları da karışıyordu araya. Şaşka B. oracıkta, Rusların arasında veya dağlılarla birlik olarak ona karşı savaşanların içindeydi. Hatta nasıl oluyorsa oluyordu da terzisi Mösyö Kapel bile galip komutanın zaferine ortak çıkıyordu.
Gerçi bu vesileyle geçmişteki aşağılık hâlleri, zaaf ve günahları da aklına gelmiyor değildi; ama bu anılar üzücü olacak yerde tam tersine hoşuna gidiyordu. O güzelim yerlerde, o dağların, o çağlayanların arasında, o dilber Çerkez kızlarının yanı başında ve tehlikelerin ortasında, eski yanlış davranışların tekrarından korkmaya belli ki yer yoktu. O, bütün yanlış davranışlarını kendisine karşı itiraf etmiş bulunuyordu ve bununla her iş olup bitmişti. Yalnız hepsinden değerli bir düşü vardı ki, delikanlının geleceğe ilişkin bütün tasarılarının arasına karışmaktaydı: Kadın meselesi. Bu düş, orada, o dağların arasında, biçimli endamı, uzun örgülü saçları, derin ve kendini veren gözleriyle bir Çerkez halayığı şeklinde beliriveriyordu. Onu da tek başına hayal ettiği bir kulübenin eşiğinde kendisini bekler bir durumda görüyor ve yorgun argın, kan ter içinde, toz toprağa ve zafer kanlarına bulaşmış olarak ona yaklaştığını tasarlıyordu. O zaman, onun omuzlarını seyre dalıyor, gönül alıcı tatlı sesini hafiften işitiyor, öpüşlerinin heyecanını duyuyordu. Hem o yosma dilber, işlenmemiş, vahşi ve korkusuz bir şey olacaktı. Uzun kış gecelerinde, onu inceleştirip yetiştirmekle uğraşıyordu. Ne kadar da kavrayışlıydı bu dilber Çerkez. Hemen her şeyi anlıyor ve gerekli bütün bilgileri kavrayıveriyordu. Neden olmasın? Bir iki dil öğrendi mi Fransızca edebî eserleri okuyup anlayabilirdi pekâlâ. Mesela Notre Dame De Paris onun pek hoşlanacağı bir eser olabilirdi. Kibar salonlarında, en yüksek kadınlar kadar, belki de daha tabii bir hâlde, kibarlığı temsil edebilecek gibi görünüyordu. Bir müzik parçasını ruhunu vererek ve anlamlı bir sadelikle okumasını biliyordu.
Aklından bunları geçirirken “Ah, bunlar ne anlamsız şeyler!” diye söylendi. Ama artık konaklayacakları yere varmışlardı. Kızağı değiştirmesi ve bir bahşiş vermesi gerekiyordu. Kafası, yeniden, eskiden yaptığı çılgınlıklara, oradan Çerkez kızlarına, şanlı başarılara, Rusya’ya dönüşte imparator yaverliğine gelişine, evleneceği güzel kadına kaydı. İçinden devam etti sonra: “Neme gerek, aşk olmadıktan sonra; şan, şeref, boş lakırtılar bunlar!.. Peki ama altı yüz yetmiş sekiz ruble ne olacak?.. Ya bana ömrümün sonuna kadar yetip artacak bir servet sağlamış