Kazaklar. Лев Толстой

Kazaklar - Лев Толстой


Скачать книгу
ve bütün gece aynı sağlıklı ve derin uyku…

      III

      Olenin Orta Rusya’dan uzaklaştıkça orayla ilgili anılardan da uzaklaşıyor, Kafkasya’ya yaklaştığı ölçüde de ruhu duruluyordu. Düşünceye dalarak “Ah!” diyordu ara sıra. “Temelli gitmek ve bir daha dönmemek; bir daha ortaya çıkıp âleme görünmemek!.. Burada gördüğüm kimseleri adam yerine koyduğum yok. Hiçbiri tanımaz beni. Benim Moskova’da bulunduğum sosyetelerde bulunmuş olamaz hiçbiri. Geçmişimi, ne olduğumu bilemez. Bu adamların içinden hiçbiri, hiçbir zaman benim içyüzümü öğrenemez.”

      Şimdi, bütün o geçmişin pençesinden kurtulmuş olmak duygusu yeni bir çekicilikle onu sarıyor ve yolda karşılaştıkları kaba saba adamlara Moskova’da tanıdıklarından farklı birer yaratık diye bakıyordu. Bura halkı ne kadar kaba ve uygarlıktan yoksun ise o da kendisini o kadar serbest buluyordu.

      Stavropol şehrini bir baştan bir başa geçmek zorunda kaldığında keyfi kaçtı. Mağazaların tabelaları, hele Fransızca olanları, faytonlardaki hanımlar, meydanda müşteri bekleyen kiralık arabalar, ağaçlıklı cadde ve gelip geçenleri yan gözlerle süzerek caddede kolaçan eden iki çatal şapkalı, askerî palto giymiş şu veya bu mösyö, bütün bu gördükleri üzerinde kötü bir etki yarattı. “Bu adamların içinde, Moskova’daki arkadaşlarımdan herhangi birini tanıyanlar olmalı, bana öyle geliyor.” diye düşündü ve kulübü, terzisini, iskambil destelerini, devam ettiği meclisleri kafasından geçirdi yeniden…

      Ama Stavropol’dan sonra işler yoluna girdi. Her şeyde vahşi bir güzellik vardı ve dahası herkes savaşçıydı. Neşesi giderek yerine geldi Olenin’in. Bütün bu Kazaklar, bu posta sürücüleri, konakladıkları yerlerin hancıları çok basit yaratıklardı gözünde. Onlarla senli benli konuşup şakalaşabilirdi. Toplumun hangi tabakasından geldiklerini düşünmeye yer yoktu. Hepsi insandı. Bundan ötürü, hepsini içten gelen bir duyguyla seviyordu. Onlar da ona karşı dostça davranıyorlardı.

      Don Kazakları topraklarına ayak bastıklarında kızağı bırakarak bir araba aldılar. Zaten Stavropol’dan öteye havalar öyle ısınmıştı ki, kürkünü sırtından çıkarmak zorunda kaldı Olenin. Bahar demekti artık; vaktinden önce gelmiş ve Olenin’in içini sevinçle dolduran bir bahar… Geceleri köy sınırlarının dışına çıkmak doğru değildi. Hatta akşamın alaca karanlığında bile bunun tehlikeli olduğu söyleniyordu. Vaniyuşa korktu. Hayvanlar değiştirildikçe dolu bir tüfek bulundurmayı ihmal etmedi. Olenin’e gelince; tam tersine, sevinci daha da artmıştı onun. Konakladıkları yerlerin birinde, korucu, yakın günlerde, yolda işlenmiş olan korkunç bir cinayeti anlattı. Çok geçmeden silahlı adamlarla karşılaştılar. Olenin “Hah, çarpışma saati geldi işte!” diye geçirdi içinden.

      Olenin, karlı dağları bekliyordu hep. Karlı dağların tasvirleriyle kulağı öylesine doluydu ki! Bir akşam sürücü Nogay, kırbacının ucuyla, bulutların ardındaki dağları gösterdi ona. Olenin, açgözlü çocuklar gibi o yana baktı ama bir şey göremedi. Hava kararmıştı. Bulutlar ufku kapamaktaydı. Kül rengi, beyaz, tiftiklenmiş ipek gibi yığınlar gördü uzaklarda. Ne var ki ballandıra ballandıra anlatılıp yazılan bu dağların güzelliğinden, bütün iyi niyetine rağmen hiçbir şey anlayamadı. Bulutlarla dağların birbirlerine çok benzediklerini, karlı dağların güzellikleri üzerine yapılan öykülerin şişirme bir balondan başka bir şey olmadığını ve bunun, Bach’ın müziği veya varlığına inanmadığı aşk gibi bir efsaneden ibaret olduğunu içinden geçirip tepeleri gözlemekten vazgeçti. Ertesi gün sabah serinliğiyle arabanın içinde bir ürperme duyarak erkenden uyandı, sağ tarafına kayıtsızca bir göz attı. Açık gök mavisiydi hava.

      Birdenbire yirmi adım ötede -ona öyle gelmişti ilkin- gökyüzünün uzak maviliklerinde, göz kamaştırıcı bir beyazlıkla yumuşak dalgalanmalar yapan tepeleri açık seçik gördü. Ama tepelerini gördüğü o dağlarla arasındaki uzaklık hakkında bir fikir edindiği, ufuktaki bu dağların ululuğunu ve sonsuz güzelliğini ruhunda duyduğu an, rüya gibi esrarlı bir manzara ile karşılaşmışçasına benliğini bir korku kapladı apansız. Kendine gelmek için silkindi. Her zamanki aynı dağlardı onlar.

      “Bu ne kuzum? Ne bunlar?”

      Sürücü Nogay, onun bu sorusuna kayıtsızca cevap verdi:

      “Ne olacak, dağlar!”

      Vaniyuşa söze katıldı:

      “Ben de ne zamandan beri onlara bakıyorum. Ne güzel, ne güzel! Bizim taraflarda inanılmaz buna.”

      Düz yolda arabanın hızlı gidişi, güneş ışıklarıyla pembeleşen bu sıradağları, bir kafile hâlinde harekete getiriyordu.

      Bu manzara, Olenin’de, sadece hayret uyandırdı ilkin. Ama çok geçmeden bu hayret yerini derin bir hayranlığa bıraktı. Bir siyah çizginin ardına gizlenmeyip doğrudan doğruya stepten çıkmış gibi görünen bu art arda karlı yüksekliklere baktıkça onun güzelliğini kavradı ve dağın ne demek olduğunu ta içinden “duydu”. O andan sonra, bütün düşünceleri, bütün duyguları dağların etkisiyle, yeni, sert ve görkemli bir karaktere büründü. Moskova’ya ait anıları, geçmişin ona verdiği utanç ve pişmanlık, Kafkasya’ya ait bayağı hayaller… Bütün bunlar, bir daha geri dönmemek üzere silinip gitti. Ve karlı bir sis, ona şöyle sesleniyordu sanki: “İşte her şey şimdi başlıyor.” Uzakta kendini gösteren Terek yolu, Kazak köyleri, ahali… Hiç şaka götürür yeri yoktu bunların. Gözlerini yukarı kaldırıyor, karşısında dağları görüyor, aşağı indiriyor, Vaniyuşa’ya bakıyor ama gördüğü hep o dağlardır. İşte iki Kazak süvarisi kınları içindeki tüfekler, arkalarında sallanıyor. Atların ayakları, kır ve doru, birbirine karışıyor durmadan; oysa dağlar… Terek yolunun öte yanında bir aulun2 tüten dumanları görünüyor; yine dağlar… Güneş yükseliyor ve sazlıkların ardından görünen ırmağı parlatıyor; yine dağlar… Köyden bir araba çıkıyor, kadınlar geçip gidiyor, genç ve güzel kadınlar; ama yine dağlar… Stepte tırıs giden abriyoklara3 raslanır. Ben yoluma giderim, korkum yok onlardan. Tüfeğim var, güçlü kuvvetliyim, gençliğim var; ya dağlar… Değişmeyen, var olan yalnız dağlardır, her şey hiçtir; egemen onlardır.

      IV

      Bütün kıyısı boyunca Terek Kazakları köylerinin serpildiği Terek Nehri’nin seksen fersahı geçen bu kesimi, durum ve ahali bakımından bir birlik gösterir. Kazaklarla dağlılar arasında bir sınır meydana getiren Terek Nehri hızlı ve bulanık akardı. Buralarda, geniş olduğu için daha durgundur. Sağ kıyısı sazlık ve basıktır. Bu kıyılara kül rengi bir kum bırakan nehir, sol kıyısını durmadan oymaktadır. Yüksekliği az ama yalçın ve dik olan bu kıyılarda yüz yıllık meşe kütükleriyle çürümüş çınarlar genç fidanlara karışır. Ruslarla karışık ama hâlâ için için kaynayan Müslüman köyleri var sağ kıyıda. Sol kıyı boyunca, nehirden yarım fersah içeride, yedi sekiz fersah aralıklarla, Kazak köyleri görülür. Her yıl biraz daha dağlardan kuzeye doğru uzaklaşan Terek Nehri, bir zamanlar, çoğu nehrin tam kıyısında yer alan bu köyleri yavaş yavaş kemirip bitirmiştir. Şimdilerde, onlardan meydanda kalan, çalılarla örtülü harap duvarlar arasında yeniden yabanileşmiş bağlarla etrafını böğürtlenlerin bürüdüğü terk edilmiş armutluklar, kavaklar, pelesenkler ve ıhlamurlar görülür. Kimselerin oturmadığı bu boş yerlerin kumlarındaysa bu yerlerden hoşlanan kurt, geyik, tavşan gibi hayvan izlerinden başka bir iz görülmez.

      Orman içinde top menzili uzunluğunda açılmış bir yol, Kazak köylerini birbirine bağlar. Yol baştan başa Kazaklarca korunmaktadır. Muhafız postaları arasında, nöbetçi


Скачать книгу

<p>2</p>

Tatar, Başkır, Kırgız ve dağlı Kafkasyalıların köylerine aul denir. Tatarca bir kelimedir. (ç.n.)

<p>3</p>

Abriyok, dağlıların dilinde, türlü sebeplerle veya öç almak için rahat ve huzurunu, belirli bir süre için ailesini, araba ve dostlarını bırakıp giden adam demektir. Korku nedir bilmeyen abriyok için kutsal hiçbir şey de yoktur. (ç.n.)