Sessiz Göç. Анонимный автор
milletler hesaplarını bize göre yapıyor… Biz ise duygusallığı bir türlü bırakamıyoruz… Ya biz millî hissi yanlış anladık ya da bize yanlış anlatıldı…”
Sözünü tamamlamadan atıldım.
“Çünkü biz insanız. İnsanda duygu önemli bir olgudur…” dedim.
Başını salladı, daha konuşmadı. Sanki “Hâlâ bu kafada mısın?” der gibi geldi bana… Biraz sonra;
“Şimdi bunları bir tarafa bırakalım,” dedi. “Önemli olan, Pazartesi günü itibarıyla sana bir iş bulmak. Yoksa böyle boş boş dolaşmak mı istiyorsun?”
“Hayır, ağabey,” desem de bu insanlara içimi nasıl dökeceğimin ve duygularımı ne zaman anlatacağımın heyecanını bir türlü üzerimden atamıyordum…
Ben de bir firmada hamal olarak işe başladım. İyi ki annem, babam ve memleketteki dostlarım, çalıştığım yerde beni görmüyorlardı. En beteri de patronuma defalarca, “Ben Irak Türkmenlerindenim” dememe rağmen, onun bana sürekli “İran’lı” diye seslenişiydi… Kimi dükkân komşularına “Ben Kerküklüyüm,” dediğimde onlar hep “Kelkitli” anlarlardı. Ben onlara Türkmen’i, Kerkük’ü anlatana, kabul ettirene kadar, atı alan Üsküdar’ı geçmişti…
Haftalar, aylar böyle geçti. Her iki üç haftada bir iş yerim değişiyordu. Kimi firmalar iflas edip işçiyi kapı dışarı ediyordu. Kimisi de geçici işçi çalıştırıyordu. İstediği zaman da bize kapıyı gösteriyordu… Paramızı da kolay kolay alamıyorduk. Timur’a yük olmamak için, çalıştığım yerde bir hemşerimle beraber bir apartmanın bodrum katını kiraladık. Bu bodrum katın elektriği; borcundan dolayı kesilmişti. Arkadaşım, işi halletti. Araya bir kablo sokuşturdu ve elektrik problemimiz çözülüverdi. Tabiî ki elektriği kaçak olarak kullanmaya başladık. Sabahları işe çıkarken o kabloyu söküyor, akşam eve döndükten sonra tekrar bağlıyorduk…
Kaldığımız bodrum katı çok havasızdı, evde tahtakurusu, güve ve daha adını bilmediğim ve hiç görmediğim haşereler cirit atıyordu. İş yerinde vücudumuzu kaşımaktan doğru dürüst iş yapamıyorduk.
İstanbul’un meydanlarında, kaldırımlarında o kadar çok kitap; yerlere serilip satılıyordu ki, o kitapların önünde durup, Kerkük’teki günlerimi hatırlıyordum. Türkçe bir sayfa yazı bulsak dört elle sarılır, defalarca okur, birçok paragrafını da ezberlerdik. Oysa Türkçe kitaplar burada…
Kerkük’teyken, bir gün arkadaşımla beraber bir diş doktoruna gitmiştik. İkimizin dişlerinde de problem vardı. Kerkük’te, Doktor Fikret’in muayenehanesi idi. Doktor, benim dişlerime bakıp ilaç yazdıktan sonra, arkadaşımı muayene koltuğuna oturtmuştu. Hasta bekleme odasının yanında ufacık bir alan vardı, orada kitaplarla dolu bir dolap görmüştüm. Kitaplara göz attım, çoğu tıp mesleğiyle alakalı kitaplardı. İngilizce kitaplar da çoktu. Bunca kitabın arasında birkaç Türkçe kitaba gözüm takıldı. Doktor Fikret, Türkçe kitapları öyle kurnazca dizmişti ki, her beş on mesleki kitap arasına bir Türkçe kitap… Türkçe kitaplar, hep adlarını duyduğumuz ve kulaktan kulağa eserlerinin içeriğini öğrendiğimiz yazarların eserleriydi. En çok dikkatimi çeken de Ziya Gökalp’ın “Türkçülüğün Esasları” adlı kitabı olmuştu. Kitabı hiç tereddüt etmeden aldım, belime soktum ve gömleğimi üzerine indirdim. Tekrar bekleme salonuna geçip yerime oturdum. Arkadaşımın muayenesi bitince ücretlerimizi ödeyip çıktık. Yolda arkadaşıma kitaptan hiç bahsetmedim. O gece yeni bir âleme tanık olmuştum… Yıllar sonra İstanbul’da Dr. Fikret ile karşılaştım. Utanarak o olayı anlattım. Tebessüm ederek: “Kitap çalan hırsız sayılmaz,” dedi ve beni affetti. Büyük bir vicdan rahatlığı duymuştum o an, üzerimden büyük bir yük kalkmıştı.
Burada günün büyük bölümünü çalışmakla geçiriyorduk, arkasından leş gibi yatağa bırakıyorduk kendimizi. Ne okuyabiliyor, ne de adam gibi oturup düşünebiliyorduk. Ekmek atlı biz yayan, çalış babam çalış… Memleket haberlerini eşten dosttan alıyorduk. Vefat eden bir kişinin haberini aldığımızda vefat edenin oğlu aramızda ise işte o zaman dayanılmaz bir acı başlıyordu yüreklerimizde. İnsanoğlunun anne babasına yapacağı son vazife; vefat ettiklerinde vefalı bir evlat gibi davranmak, onları gerektiği şekilde uğurlamak olmalıydı. Ne yazık ki, gurbet denilen şey buna mani oluyordu.
Apartmanların bodrumunda yaşamaktan dolayı, rutubet denen melanet bazılarımızın göğsüne yaman saldırırdı. Bodrumdaki ev, güneşin ne olduğunu bilmiyor, güneş onun kapısından, penceresinden hiç geçmiyordu. Bu nedenle türlü türlü hastalıklara yakalanıyorduk. Hastalıklar, kimi yakalasa onu hemen yere sererdi. Nefes darlığı, öksürük ve türlü hastalıklar feci şekilde yatağa deviriyordu insanı. Beraber kaldığımız arkadaşım grip salgınına yakalandı. İlk günlerde hastalığı ihmal etti. “Ne olacak ki, biraz üşütmüşüm,” diye geçiştirmeye çalıştı. Onun bu davranışının asıl nedenini biliyordum; parasızlık. Muayene ve ilaç fiyatlarının yüksek olması her hastanın kâbusu haline gelmişti.
Arkadaşım: “Bir atkı ve bir yün kaşkol yeter!” dedi ve çalışmaya devam!..
Ne yapsın? İşe gitmediğin gün yevmiyen kesilir!
Birkaç gün sonra, arkadaşın öksürüğü iyice arttı. İş yerinde kolileri taşıyamaz oldu. Patron durumu gördü, ama umursamadı. “Akşam bir sıcak çorba içersen, turp gibi olursun,” diyerek geçiştirdi.
Arkadaşım hastalığa yakalanalı beş gün olmuştu. O sabah uykudan kalktığımda; karşıdaki yer yatağında yatan arkadaşımın tir tir titrediğini gördüm. Önceleri uyandırmaya çalıştım. Beni duymuyordu bile! İş yerinde göğüs hastalıkları tedavisi ile ünlü Zeytinburnu’nda bulunan Rum Hastanesinin adı geçmişti bir keresinde. Hemen bir taksi çağırdım ve arkadaşımı oraya götürdüm. Heyhat! Fiş kesmeden, para ödemeden hiçbir hastaya bakmıyorlar! Şükür ki, üzerimde yeteri kadar para vardı. İçeri aldılar. Doktor muayenesini yaptıktan sonra; hastanın kontrol altında tutulması için hastanede birkaç gün kalması gerektiğini söyledi. Hastane masraflarını sordum, maaşımızın birkaç katına bedel bir rakam söylediler. İşin daha da garibi, hasta yanında ona yardım edecek bir refakatçi kalırsa ondan da ayrı ücret alınıyormuş.
Arkadaşımı tek başına hastanede bıraktım, işime döndüm. Patrondan iyi bir azar da işittim, ama olsun, arkadaşım için değerdi.
Akşam hastaneye gittim, görüşmek için izin vermediler. Durumu kötüymüş. Çaresizlikten eve döndüm. O gece yalnızdım. Gözlerim odanın tavanına ilişti. Göğsümün daraldığını hissettim.
İçimden bir ses: “Gözünü sevdiğim Kerkük, sen neredesin?” diyordu.
Bağırmaya başladım…
TÜRKMENSAHRA-İRAN
KERVANDA NER OLURSA
Berdi Salur
Aktaran: Pena Toylıyev
Ner3, diğer develer arasında hemen farkedilirdi, heybetli boynu diğerlerinden daha yüksek ama sırtı biraz alçak, küreği ise genişti. Büyük gözleri biraz korkulu görünür; sallanan koyu kahverengi tüyleri ise ona başka bir güzellik katardı. Boynu uzun, kafası ise hayli büyük olduğundan ona herkes yular takamazdı…. Ama o da kendinden yaman olanı bilir, Töre amcam ile Yazlı ağabeyim yuları alıp nerin yanına varınca, başını onların önüne eğer ve yular takılırken hiç sesini çıkarmazdı.
Töre amcam; “Bu nere, yük yükleneceği zaman hiç “ık” demeye gerek yok, kendisi gelir ve yükün yükleneceği yere çöker.
3
Ner: Yetişkin erkek deve.